On kenti aynı anda yerle yeksan eden 6 Şubat Depremi’nde resmi rakamlara göre elli bin, gerçekteyse yüz binin çok üzerinde insan hayatını kaybetti. Saray Rejimi’nin trajediye dönüşen “kurtarma faciası” sonucunda binlerce insan göçük altında ölüme terk edildi. Haklı olarak AKP-MHP’nin halka yaşattığı “olası kast” içeren facia üzerine çok şey yazdık ve söyledik. AKP ise savunma hattını kendinden önceki iktidarların deprem pratiklerinden beslenen, 20 yıldır bitmeyen enkaz edebiyatına kurdu. Saray’ın minik faşist ortağı MHP’nin 1999 Marmara depreminde iktidar ortağı olduğunu, bugün RTE’yi destekleyen Tansu Çiller’in “Eski Türkiye” olduğunu unutmamız gerekiyordu ve biz de unuttuk.
Unutmamamız gereken temel bir şey var; Bugün “Eski-Yeni Türkiye” kayıkçı kavgasına tutuşan sistem siyasetinin hepsinin 24 Ocak 1980 neo-liberal kararlarının takipçisi oldukları ve bu kararların prensi Turgut Özal’ın paltosundan çıktıkları gerçeği. 24 Ocak Kararları, Türk burjuvazisinin dünya kapitalist sistemine kestirme yoldan entegrasyonunu hedefledi. “Kısa yoldan” sermaye artışı, kuralsızlığı ve biraz da faşizmi gerektiriyordu. 12 Eylül 1980 faşist darbesi, 24 Ocak Kararları’nı uygulamanın yegâne yoluydu. Toplumsal muhalefet, işçi grevleri varken “bırakınız geçsinler – bırakınız yapsınlar” neo-liberal mantalitesi hayat bulamazdı. 24 Ocak Kararları’nı bizzat hazırlayan T. Özal’ın darbe sonrasında, Başbakan seçilmesi elbette bir tesadüf değildi. “Benim memurum işini bilir” ile başlayan süreçte yolsuzluk, hırsızlık yüz kızartıcı suç olmaktan çıkıp övünç kaynağı haline dönüştü.
“Çağ atlıyoruz” sloganı eşliğinde yoksullaştırılan köylülerin kentlere kitlesel göçü ucuz işgücü açığını kapattı. Kent arazilerinin ranta açılması ve inşaat sektörünün egemenliği belediyeleri adeta birer müteahhit kovanına dönüştürdü. Bugün iktidar ve sistem muhalefetinin uyguladığı “Özal Tipi Belediyecilik” işte bu koşullarda ortaya çıktı. 12 Eylül darbecilerinin ilk iş olarak halkçı belediyecilik anlayışının temsilcisi Fatsa Belediye Başkanı Fikri Sönmez’i (Terzi Fikri) tutukladıktan sonra Mamak Cezaevi’nde ölümüne sebep olması, gidilmekte olanın yönünü özetlemesi bakımından önemli bir örnektir. İhalecilik, rüşvet, doğanın talanı, çürük-sağlıksız yapıları ortaya çıkaran Özal-ANAP belediyeciliğinin tedavüle konulması ile halkçı belediyeciliğin simgesel temsilcisi Terzi Fikri’nin katledilmesi arasında bir illiyet bağı kurabiliriz. Özal-ANAP’ın talancı belediyeciliğinin foyası 80’lerin sonunda dökülmeye başlasa da, halkın can simidi gibi sarıldığı SHP, Özalcı modeli devam ettirerek halkçı-solcu belediyecilik umutlarını tüketmekten başka bir işe yaramadı.
DSP-ANAP-MHP Koalisyonu günlerinde gerçekleşen 1999 Marmara Depremi, Özal tipi belediyeciliğin iflasının tarihidir aynı zamanda. Ranta açılan şehirler, rüşvetsiz kılını kıpırdatmayan bürokrasi, verdiği rüşveti malzeme eksilterek tazmin eden müteahhit ve bu kirli ilişkilerin bedelini bir deprem sonucunda canıyla ödeyen halk… Özal Belediyeciliği anlayışı 1980’lerin sonunda bitecekken, halkın tepkisini oya dönüştüren ama rantçı belediyeciliği sürdüren SHP ve sonrasında CHP+DSP Marmara depreminde enkaz altında kaldılar. A. Menderes yağmacılığına, T. Özal talancılığına din nosyonu katan AKP, depremi fırsata çevirdi ve iktidarı devraldı. Menderes ve Özal’ı ruhani lider kabul eden RTE’nin “İnşaat Lobisi”nin CEO’su gibi davranarak kentlere ihanet etmesi (RTE: “biz İstanbul’a ihanet ettik”) sürpriz bir sonuç değildi. AKP’nin yirmi yılda yarattığı inşaat çöplüğüne, ekonomik çöküşe, gerçek anlamda bir çöküş olan 6 Şubat Depremi eklendi. 1999 Marmara depremiyle halkın üzerine çöken neo-liberal belediyecilik, bir kez daha 6 Şubat depremiyle halkın üzerine çöktü.
Özal döneminin bitişi gibi RTE dönemi de bitti-bitiyor. Bitmeyen şey ise, bu rantçı zihniyetin çeşitli maskeler takarak varlığını sürdürüyor olması. Önce AKP’den ve sonra CHP’den Hatay B. Belediye Başkanı seçilen Lütfü Savaş, değişen partilerin, değişmeyen zihniyetin müstesna bir örneği. Lütfü Savaş’ın pratiği ile AKP’nin HDP’li belediyelere atadığı kayyımların pratikleri arasında bir fark bulmak pek mümkün değil. Birbirinin muhalifi gibi görünen düzen partileri, depremi felakete dönüştüren Özal-ANAP belediyeciliği üzerinde bir anlaşmazlıkları yok ama enkaz kaldırma, kefenli ölü gömme, çadır dağıtma vb. konularda “anlayış” farkları olduğunu söyleyebiliriz!
Ölüm kapanına dönüşmeyen kentler, barınma hakkına saygılı, ranta kapalı, derelerin özgür aktığı, denizlerin kirlenmediği, sağlıklı konutların inşa edildiği halkçı bir belediyecilik anlayışını egemen kılmak artık önemli olmaktan öte hayat-memat meselesi haline geldi. Terzi Fikri ruhunu canlandırmak, kayyımlarla gasp edilmiş belediyeleri geri almak, SHP-CHP’nin sönümlendirdiği “halkçı yerel yönetim” umutlarını uyandırmak… Özal Tipi neo-liberal anlayışın üçüncü defa deprem gürültüsüyle üzerimize çökmemesi için ufukta başka bir çözüm yolu görünmüyor.
*“Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık.” Dostoyevski