Erdoğan, iki yıllık İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi adındaki, üniversite olmayan “yüksek okulda” hocalarının “ekonomi cesaret ister” dediğini söylemiş. Sanırım “ufak” bir hata yapmış: Hocalar talebe Erdoğan’a büyük olasılıkla “risk alacak sermaye cesaret ister” demiş olmalı.
Çünkü “ekonomideki cahil cesaretinin” nelere yol açtığı meydanda. “Faiz sonuç değil, enflasyonun sebebi” teorisi buna örnek. Gerçekte ise hem faizin, hem kurun, hem enflasyonun yükselmesi “cesaret”in sonucu.
Allah için ülkenin Cumhurbaşkanı “cesaretli”.
Ama biz “ekonomik cesareti” bir yana bırakalım da, “gazetecilik cesaret ister” teorisine bakalım.
Özgür medyada çalışan gazetecilerin cesaretinden söz ediyorum. Gazetelerine, gazete binalarına, matbaalarına el konuyor, hapse atılıyorlar, öldürülüyorlar, ama şu cesarete bakın, durmuyorlar.
Buyurun işte. Bir gazete daha karşınızda. Arkadaşlar bana sorsaydı, gazetenin adını “Cesaret” koyardım. Bu ülkede muhalif gazete çıkarmak, Türkiye’den söz edip de zülf-ü yâre dokunmamak için Merih’ten söz edelim, Merih’te elde “ışın tüfeği” dağa çıkmaktan bin kat fazla cesaret ister.
Düşünün Merih dağlarındasınız. Nice mağara var. Satürn’den atılan kazan, tencere, tava, kepçe bombalarına karşı kendinizi korursunuz. Gazetecinin korunağı, sığınağı, mağarası, kamuflaj giysisi, Marslıların Heronlarına, Neronlarına, SİHA’larına filan karşı, bunları anında etkisiz kılan kamuflaj kumaşıyla yapılmış şemsiyeleri yok.
Mayınlanmış politik arazide haber topluyorlar, haber yazıyorlar; roket atmıyor, manşet atıyorlar.
Ama ne manşet. S400’lerin füzeleri bunun yanında halt etmiş.
İşte böyle bir gazetede ilk yazımı yazıyorum. “Cesaretli” olduğumdan değil. Şu sıralar yurtdışındayım. Ha mağara ha Avrupa. Kendimi koruyabilirim. Gazeteyi nasıl korurum? Ezop diliyle yazarsam korurum diye düşünüyorum ama, Çarlık sansürünü perişan eden bu yöntemin Saray rejimine vız gelip tırıs gideceğini de bilirim.
Deyimlerimize bir baksanıza: “Öküz altında buzağı aramak” devletin en büyük araştırma yöntemi. Muhbir vatandaşın ilk işi ahırdaki öküzlerin altına bakmak değil mi? Savcı sana “Gözünün üstünde kaşın var mı itiraf et” dediğinde ne yaparsın? “Vallahi düne kadar vardı da, karakolda elektrik şokundan döküldü sayın savcım” dedin miydi, yandın. “Yaz kızım, bunun kaşı illegal”… Ya da bekçi seni yakalamış, “pencereye bak ne yağıyor?” Bakıyorsun. Yağmur tufan gibi. “Yamur yağıyor Bekçi dayı” diye mırıldanıyorsun. “Vay bana ördek dedin” diye cop kafanda patlıyor.
Ünlü fabl yazarı Ezop bizim ülkemizde yaşasaydı, hepinizin bildiği “yerli ve milli” hikayeyi de eserlerine eklerdi: Malum kuzu dereden su içiyormuş; kurt derenin aşağısından “suyumu bulandırma şimdi seni yerim” diye kuzuyu korkutmuş. Kuzucuk hemen kurdun yanından dolanıp, derenin alt tarafından su içmeye başlamış. Kurt bu, tam bizimkiler gibi. “Suyumu bulandırma şimdi seni yerim” diye tekrar ulumuş. Zavallı kuzu “Kurt abe, sen derenin başındasın, ben altındayım, suyunu nasıl bulandırırım” deyince kurt dişlerini göstermiş, “bulandırsan da bulandırmasan da ben seni yine de yiyeceğim” demiş.
Baktım benim torun bu fablı okuyor ve de okurken ağlıyor. “Kurt kuzuyu yiyecek mi dede” diye soruyor.
Torunumun başını okşadım.
“Henüz kurt kuzuyu yemedi, çünkü bu hain kurt ormandaki bütün kurtlara ve çakallara ‘ben bu kuzuyu 24 Haziran seçimlerinden sonra yiyeceğim, siz de o zaman sürüye dalacaksınız, yeter ki beni yine Ormanların Kralı yapın” demişmiş.
Çocuk büsbütün göz yaşına boğuldu. “Kurdu kral yapmasınlar, söyle onlara dede, kuzucuğu kurda yedirmesinler”.
“Merak etme toruncuğum” dedim, “kuzuyu kurtarmak için hala vakit var, köyün çobanı elinde kaval, ‘ben bir fakir çobanım-kuzularla yaşarım-kuzuya dalaşanın-kafasını kırarım’ türküsünü söyleyerek, yavaş yavaş dereye doğru yaklaşıyor, bir gelsin göreceksin kurt kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp kaçacak delik arayacak.”
Torunum merakla sordu: “Dede bu çaban abimin adı ne?”
Gazeteye zarar verir mi vermez mi diye uzun uzun düşündüm. Ama çocuğa yalan söylemek olmaz.
“Selo, dedim, HDP köyünden Selo…”