“Batı demokrasisi”, “temsilî demokrasi” veya “liberal demokrasi” de denilenin, yaklaşık 70 yıllık bir geçmişi var. İki emperyalist savaş arası dönemde Avrupa’da Faşizm, Nazizm ve türevleri geçerliydi. İkinci emperyalist savaş sonrasında ezilen ve sömürülen sınıflar lehine bir güç dengesi oluştu. Sosyal alanda önemli gelişmeler kaydedildi…
Artık ‘refah devletinden’, ‘sosyal devletten’, ‘kayırıcı devletten’… söz ediliyordu. Genel bir refah artışı dönemiydi… Politik planda da merkez sağ ve merkez sol partilerin münavebeli iktidarı söz konusuydu… Kitleler genel bir çerçevede sergilenen ‘demokrasi oyununa’ kayda değer bir itirazda bulunmuyorlardı…
Egemenler cephesiyse, liberal demokrasinin etkinliğinden asla şüphe etmiyordu. 1980’lerin sonunda Sovyet sisteminin çöküşüyle de, piyasa ekonomisine ve liberal demokrasiye dayalı sistemin nihai zaferi ilan edilmişti… Nitekim, hızını alamayan Francis Fukuyama, Tarihin Sonunu ilan etmeye bile cüret etmişti… Kapitalizmin 1970’li yılların başından itibaren tekrar ‘yapısal krize’ girmesi ve 1980’den itibaren de neoliberal politikaların dayatılması, ‘göreli refah döneminin’ sona erdiği demeye geliyordu…
1980 sonrası iki on yılda işçiler, emekçiler, mütevazı toplum kesimleri lehine ne kadar kazanım varsa, birer birer tasfiye edildi… İşsizlik ve gelir dağılımı dengesizliği büyüdü, emekçi toplum kesimlerinin sahnelenen ‘liberal demokrasi oyununa’ itirazları da büyüdü. Sosyal demokrat ve liberal (piyasacı) partilerin al gülüm-ver gülüm oyunu artık inandırıcılığını yitirmişti…
Aslında bu iki düzen partisi arasında kayda değer bir fark da kalmamıştı… Zira sosyal demokrat partiler de neoliberalizme teslim olmuşlardı. ABD’de Afrika-Amerika kökenli bir başkanın, Barack Obama’nın başkan seçilmesi, kitlelerin geçerli iki partili sisteme itirazlarının da bir sonucuydu… Lâkin Obama müesses nizamın adamı olduğunu göstermekte gecikmedi… 2016 seçimlerinde Donald Trump’ın başkan seçilmesi de mevcut durumdan şikayetçi kitlelerin tepkisinin sonucuydu…
Artık giderek yoksullaşan, geleceksizleşen geniş kitleler ‘farklı bir yönetime’ olan ihtiyacı dile getiriyorlardı. Elbette Trump da bir oligark ve Cumhuriyetçi Partiliydi ama birincisi, tipik bir Cumhuriyetçi değildi; ikincisi, söylemleri Cumhuriyetçilerden ve Demokratlardan farklıydı… Etkileyici bir demagog ve sosyal medyayı etkili kullanıyor…
Twitter hesabından 53 milyon kişiye ulaşıyor… Sendikacılar bile ‘orta sınıf’ derken Trump ‘işçi sınıfından’ söz ediyordu… Kitlelerin müesses nizama tepkisini ve memnuniyetsizliğini oya çevirme becerisini gösterebilmişti…
Aslında Trump’a oy verenlerin çoğu daha iyisi olmadığı için, onu “daha az kötü” saydıkları için oy vermişlerdi… Sol bir alternatif yokluğunda onu ‘ehven-i şer’ olarak görmüşler veya seçimleri boykot etmişlerdi…
Nitekim, ön seçim aşamasında “sol aday” Bernie Sanders, Hilary Clinton’a karşı Demokrat Parti adayı olarak daha sahneye çıkmadan önce yapılan bir anketin: “Başkanlık seçimlerinde sosyalist bir başkan adayına oy verir misiniz?” sorusuna, gençlerin %69’u evet demişti… 69 yaş üstü seçmenlere de aynı soru sorulmuş, ankete katılanların %34’ü evet cevabını vermişti ki, bu %34’lük oran, gençlerin %69’undan daha önemlidir…
Esasen hesap ortada. 1945 yılında ABD, dünya üretiminin %50’sini sağlıyordu, bugün oran %20… Neoliberal politikalar ABD’yi ‘sanayisizleştirdi’, sosyal politikalar tasfiye edildi, işsizlik arttı, gelir dağılımı dengesizliği tarihte görülmemiş boyutlara çıktı… Geniş kitlelerin yaşam koşulları kötüleşti ve haklı olarak ‘müesses nizamın’ partilerine kitlelerin teveccühü aşındı…
Benzer bir durum Avrupa için de geçerli… Avrupa’da insanların kaderi artık kendi parlamentolarında değil, bir üst kuruluş olan neoliberalizmin kalesi Avrupa Konseyi’nde belirleniyor… Verdikleri oyun bir karşılığı yok ve ABD’de olduğu gibi Avrupa’da da neoliberal politikalarla sosyal kazanımlar budandı. Nerdeyse her şey özelleştirilmiş durumda…
Fransa’da Emmanuel Macron’un başkan seçilmesi de ABD’den farklı değil… İngiliz Brexit’i de öyle… Aslında Macaristan’da Victor Orban’ın, Avusturya’nın 32 yaşındaki başbakanı Sebastian Kurz’un, Türkiye’de Tayyip Erdoğan’nın, vb. iktidar olmaları, doğrudan sol bir alternatif zaafından kaynaklanıyor…
Ve liberal demokrasi denilenin yerini baskıcı rejimler alıyor… Esasen doğrusu liberal demokrasi değil, ‘piyasa demokrasisidir’… Artık hemen her yerde despotizme giden yol aralanmakta..
Basın ve ifade özgürlüğüne savaş ilan ediliyor, hukuk sistemi aşındırılıyor, yargı iktidarın yargısına dönüşüyor… Bunun anlamı, bir ‘yönetememe krizinin’ ortaya çıkmasıdır. O halde ve haklı olarak, neden böyle bir tablo ortaya çıktı sorusu akla gelecektir. Böyle bir durum ortaya çıktı çünkü, kapitalizm dahilinde artık sorunları çözme imkânı yok…
Zira sistem her seferinde çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor. Yeteri kadar verimlilik artışı sağlayamıyor, yeni değer, ‘fazla değer’ yaratmakta zorlanıyor. Yeteri kadar büyüyemiyor ve doğası gereği kapitalizm büyümeden varlığını sürdüremez… Üstelik söz konusu olan sadece ekonomik kriz de değil. Aynı zamanda finansal kriz, sosyal kriz, politik ve jeopolitik kriz, ekolojik kriz, iklim krizi, enerji krizi, etik krizi, ‘değerler krizi’ söz konusu ve bunların her biri diğerini azdırıyor…
Aslında bu durumu ‘kriz’ karşılamıyor. Bu bir çöküş halidir ki, bir sosyal sistem söz konusu olduğunda çöküş, anlık bir şey değil, zamana yayılmış bir süreç, bir eğilim olarak tezahür eder…
Bu da, artık geride kalan dönemde geçerli yaklaşımların, politika yapma yöntem ve araçlarının, ‘müesses nizamın’ siyasi partilerinin, vb. işlevsizleştiği anlamına gelir. O halde vakitlice verili durumu aşmak üzere harekete geçmekten başka çare yok…