“Gönüllüler, akrabalar, dostlar yardıma koştu fakat yetersizdi. Dahası engellenmeye başladılar. Devleti aciz göstermektelerdi! Hesap vermesi gereken makam ve kurumlar öfkeli bakışlar ve ses tonuyla tehditler savurmakta, hesap sorulacağını belirtmektelerdi… Evet yıkım büyüktü fakat felakete dönüşmesinde kükreyenlerin doğrudan sorumluluğu vardı oysa”
Kapitalist modernite bir vahşet gerçekleşimidir, rızasız yolun çağımızda ki adıdır, tahakküm, gasp, talan ve yalan üzerine kuruludur, cümle insan ve çar anasıra sistematik düşmanlığın, küresel yıkımın adıdır. Biyosferi nesneleştirip tüketerek, sistematik zulüm üreterek var olabilir. Toplumsallık, insanın doğası-kendini varediş ve yaşam biçimiyken; cinsiyetçiliği geliştirerek, sınıflaştırarak, gittikçe atomize ederek toplumsal doğasından koparılmış insan gerçeğini yaratır, tahakküm hukukuna tabi iradesiz kullar kalabalığına dönüştürür.
‘Yönetim’ toplumsal ihtiyaçların kollektif irade ve katılımla gerçekleşimi ise; devlet olgusu her biçimiyle bir tahakküm aygıtıdır. Hakim sınıfların adına toplumsal olan her şeyin gaspıyla daha da merkezileşme, otoriterleşme eğilimindedir. Zira faşizm kapitalist modernitenin genetiğidir, bu da azami kâr yasasının gereğidir.
Tahakküm, gasp, talan ve zulüm gerçekliğiyle yüz yüze kalan insanlık binlerce yıldan bu yana bir direniş içine girmiş, ağır bedeller pahasına hakim sınıflara toplumsal talep ve haklarını dayatmış, örgütlülüğü ve gücü oranında kabul ettirebilmiş, tahakkümün kapsam ve derinliğini olabildiğince sınırlamaya çalışmış ve demokratik devlet biçimine ulaşmaya çalışmıştır. Hükmedenler hiçbir hakkı lütfetmemiş, toplum ne kadar bilinçli ve örgütlüyse, direnç gösterebilmişse o kadar sonuç alınabilmiştir. Türkiye içinde geçerli olan gerçeklik budur.
Pazarcık ve Elbistan merkezli gerçekleşen depremler ve vahim boyuttaki yıkımı, iktidar kliklerinin ve bir bütün olarak siyaset cenahlarının tutum ve duruşlarını da bu gerçeklikler bağlamında değerlendirmek gerekir. Halklarımız, kadın ve emekçilerimiz, ötekileştirilip asimilasyon ve sürgünlere, her türlü şiddete maruz bırakılanlarımız demokratik toplum, demokratik cumhuriyet talebiyle hak ve özgürlüklerin alanını genişletmeye, daha yaşanabilir bir ülke inşa etmeye çalışırken, iktidar klikleri ve küresel efendileri dünden bugüne örgütsüz ve sınırsız bir talana açık toplum yaratmak için sürekli merkezileşme, otoriterleşme yönünde politikalar ve pratikler geliştirdiler. Halklar, devrimci-demokrat ve yurtseverler her türlü şiddet aracıyla tasfiyeye tabi tutuldular. Halkları, emekçileri örgütsüz ve edilgen kalabalıklar durumuna düşürerek sadece adı kent olan toplama kamplarına mahkum ettiler.
İnsanlarımızdan yedikleri her lokma için, her bardak su için mahirane yöntemlerle vergi topladılar. Asgari ücreti en asgari seviyelerde tutarak ortalama ücret haline getirdiler, aileleriyle beraber on milyonlarca insanı sefalete mahkum ederek ülkeyi sermaye ve talan cennetine çevirdiler. Talan, yalan, gasp ve soygun sistematiği istinasız tüm hükümetler döneminde işletildi, her dönemde halklarımız, emekçilerimiz sefalete mahkum edilerek yeni Karunlar, Firavunlar yaratıldı.
Depremlerin geleceği on yıllardır bilinmekte, kurbanlar verilmekte ve uyarılar yapılmaktaydı. Olası depremde yıkımın boyutu ve merkezleri biliniyordu… Orda evlatlar, anneler, babalar, kardeşler, dayılar, amcalar, halalar, teyzeler ve dostlar yaşıyordu… Hepsi insandı, “aziz milletin” parçasıydı. Onlar Türktü, Kürttü, Araptı, Lazdı, Ermeniydi, Çerkezdi, Aleviydi, Sünniydi, Hıristiyandı, Yahudiydi, Ezidiydi, Süryaniydi… Tamamı insandı, tamamı sayısız kalem vergi vermekteydi… Tamamının ölümle yüz yüze olduğu ve bir şeyler yapılması gerektiği açıktı. Evet ama ‘bu kadar dönüşümü yapmak kolay mıydı’ zira kaynaklar sınırlıydı. Oysa dünden bugüne talan edilen kaynaklar, yani bu aziz milletin parası trilyonlarca dolar etmekteydi… Ama masumu pakların, anne-babaların, kardeşlerin, akraba ve dostların, yani ‘aziz milletimizin’ yaşamını kurtarmak için ‘kaynak yoktu’… Ve onbinlercesini yitirdik, şimdi ‘enkaz’ oldular. Kurtulanlar dışarıda, binlercesi yıkıntılar altında yardım çığlıklarıyla günlerce inleyip bekledi ve birer birer can verdi. Devlet baba adeta buharlaşmıştı! Yardım gelmiyordu! Şimdi milyonlarca insanımız göç yollarında perişan ve belirsizliğe akıyor. Kadim kentler kültürel gerçeklikleriyle beraber haritadan silinip gitti.
Gönüllüler, akrabalar, dostlar yardıma koştu fakat yetersizdi. Dahası engellenmeye başladılar. Devleti aciz göstermektelerdi! Hesap vermesi gereken makam ve kurumlar öfkeli bakışlar ve ses tonuyla tehditler savurmakta, hesap sorulacağını belirtmektelerdi… Evet, yıkım büyüktü fakat felakete dönüşmesinde kükreyenlerin doğrudan sorumluluğu vardı. Dünden bugüne ülkeyi baştanbaşa defalarca inşa etmeye yeter kaynaklar hep talan edilmişti. Krizler yaratılmış, insanlarımız yoksullaştırılmış, hesapsız bedeller ödetilmiş ve krizler hep fırsata çevrilmişti. Zira ölen ölür, kalan sağlar bizimdi.
Mevcut yıkım korkunç boyutlardadır, ağır sonuçlar yaratmaya devam edecektir ve hala pek çok kentimiz deprem tehdidi altındadır. Tekçi faşizm facialar yaratmaya devam edecektir. İradesizleştirilmeye, sürüleştirilmeye, örgütsüzlüğe hayır diyoruz. Toplumsal dayanışma ve örgütlülükten başkaca seçeneğimiz yoktur. Ancak bu şekilde yaşatabilir ve hesap sorabiliriz.