6 Şubat Pazartesi günü meydana gelen depremle beraber “ben insanım” diyenin yüreği enkaz altındadır. Var olan durumu anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalıyor. Var olan durumu hangi kelimelerle, cümlelerle anlatsak ki eksik kalmasın.
Toplumsal bir çöküşle karşı karşıya olduğumuz bir süreci yaşıyoruz. Rızasız toplumun, nahak zihniyetin temsilcilerinin yaşanan sorunların çözüm gücü değil, sorunun asıl nedeni oldukları bir daha görüldü.
Hakka yürüyen canlarımızın matematiksel rakamlarla anlatılması, halka karşı bir nüfus politikası olarak görüldüğünün ifadesidir. Hakka yürüyen canların, yaşaması gereken bireyler, halklar, insanlar, kültür taşıyıcıları, yurttaşlar, anneler, babalar, çocuklar, gençler, yaşlılar, canlılar… değil de hangilerinin nerede yaşayacaklarını, deprem bölgesinde kaç kişinin nereye gönderileceği, nerede konumlanacağı, hangilerinin yaşayıp yaşamayacaklarına, kaç kişinin yaralı olduğu, kaç kişinin öldüğü ya da ölebileceğine yönelik bir biyopolitik nüfus planlaması olduğu anlaşılır. Halka karşı bir demografik yapılanma… Başka bir ifade ile depremde kurtulanların nerede, nasıl yaşayacaklarına karar veriliyor.
Canlar daha göçük altında iken yetkililerin hangi deprem bölgesinde yaşayanların hangi bölgelere gitmeleri gerektiği ile ilgili genelge hazırlamaları olması gereken değil; planlı, programlı, bilinçli hesaplanan, ölçülen, biçilen, matematiksel değerlerle ifade edilen bir nüfus politikasıdır. Bu tarz bir yaklaşım Hakka yürüyen her canın özne değil, birer nesne olduğunun ifadesidir.
Toplumu sadece niceliksel özellikleri ile ifade etmek toplumsal hakikate karşı bir sapmadır. Toplum zaman ve mekân içerisinde canlı, hareketli, enerjik özellikleri olan varlıktır. Toplum binlerce yıllık komün değerleri bünyesinde taşır. Toplumu sadece rakamlarla açıklamak, toplumsal değerleri hiçe saymaktır. Toplumu niceliksel olarak ele almak, gözden çıkarmakla aynı anlama geliyor. Toplumun nesneleştirildiği bir zaman ve mekânda, iktidarcı anlayışlar toplumun derdine derman, hastalığına şifa olamazlar. Bu anlayışı yaşamın merkezine koyan, erkek egemen anlayıştan feyz alan kişiler deprem ve benzeri doğal afet anlarında bilim adına söz kurabilirler mi? Pozitivizmin bataklığına batmış, tekçi zihniyete bağımlı, toplumsal mühendislik yapanlar isimlerinin arkasında hangi akademik sıfat olursa olsun hakikati söyleme gücünü kendilerinde görürler mi?
Bu süreçte yaşanan katliamın nedenleri hakkında, insanlık, bilim, ahlak adına söz söylemek isteyenlerin devletin en üst makamları tarafından “not defterlerine” yazıldığı bir durum söz konusudur. Yapısal kriz derinleştikçe sistem varlığını korumak için bu yollara ağırlık vermektedir.
Kriz ve kaos anları toplumun kendi kendine yetme gücünün en üst düzeyde yaşandığı anlardır. Sorunların yaşandığı zaman ve mekân koşulları çözüm yollarını da geliştirir. Toplum en kaotik anda bile Xızır aklı ile umutsuzluğun önüne geçmiş, yaralarını sarmanın bir yolunu bulmuştur. Toplum kendi içinde ayrışabilir, eşitsizliği, yabancılaşmayı, iktidarı, sınıflara ayrışmayı, ihaneti, toplumsal hakikate uymayan birçok davranışta bulunur, kula minnet edebilir, soykırım eşiğine gelebilir, ama şartlar ne kadar zor olursa olsun “Ya Xızır” diyerek ayakta durmayı bilmiştir. Bu hakikati Alevi sürekleri “Yol çaresiz değildir” şeklinde dile getirmiştir. Bu söylemde anlatılmak istenen toplumun komün gücü, cem olması, kırklar meclisindeki “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” hakikatinin yaşam bulmasıdır.
Maraş merkezli meydana gelen ve 11 kenti etkileyen deprem bölgelerinde Maraş, Elbistan, Pazarcık, Narlı kentlerini birebir gezdim, nazar eyledim. Alevi kurumları, siyasi partiler, sol -sosyalist güçler, sendikalar, odalar, sivil toplum kuruluşları, gönüllü kuruluşlar, bireyler, uluslararası yardım kuruluşlarının dertlere derman olma gayretleri, insan yaşamının toplumsal olduğunun en somut ifadesi olduğunun göstergesiydi.
Komün olma, dayanışma, muhannete muhtaç olmama gayreti, Cem hanelerden gelen gücün görünür olması istenmedi. Pazarcık Kocahasan köyünde kurulan kriz merkezine kayyum atandı. Toplumun komün gücüne dayalı bir rol modelin engellenmesi durumu söz konusudur. Bütün bu kuruluşların tek amacı; dokunmak, kurtarmak, yaşatmak amaçlıydı. Beslenme, varlığını koruma, barınma toplumun yaşamını devam ettirmesi için dayanışma ile yerine getirilmiştir. Bu çerçeveden bakıldığında dayanışma yatay bir ilişkidir, dikey değildir.
İnsanın hakları kadar, doğanın da hakları olduğu, bu haklarla ikrarlı yaşamın ekolojik bir yaşam olduğunu savunanların dayanışma içinde oldukları görüldü. Enkazın altında “muhannete muhtaç olmamayı” toplumsallığın düsturu olarak kabul eden, “Şer içinde hayır vardır / Görebilirsin gel beri” diyen, pir u pak, zihni pak, ruhu pak bir toplum çıktı. El ele el Hakka diyerek dikey ilişkiyi değil, yatay olan dayanışmayı esas alan bir zihniyetin “öldüren değil, yaşatan” bir zihniyet olduğu hakikati görünür oldu. Dayanışma sırasında “seyir için değil, Hak için olsun” ahlaki ilkesi yaşam alanı buldu. Bütün bu değerler aynı zamanda, komünal gücün, komünal demokrasinin, komün kooperatiflerinin, önemini bir daha göstermiş oldu.
Deprem bölgesinde sadece yüreğimiz enkaz altında kalmadı, kamu idaresi, kamu yönetimi kavramları da enkaz altında kaldı. Enkazda çıkarılan çocukların evlat edindirilmesine yönelik resmi söylemler “ikinci Dersim kayıp kızları” durumuna yol açmıştır.