Acılı, sancılı günlerden geçiyoruz. Coğrafya hala sarsıntılı, acılar taze, yara kanamaya devam ediyor… İnsanın beynini ve yüreğini kasıp kavuran acı dolu manzaralarla karşı karşıya hayat. Büyük acılar yaşanıyor.
Yaşanan onca acı deneyimler göstermiştir ki ayırımcılık çözüm getirmiyor. Bu durum da tıpkı arazide olduğu gibi, ruhsal fay hatlarında kırılmalara, giderek onarılması zor gediklerin açılmasına neden oluyor.
Deprem sonrası halkın yardımına koşmaya, ihtiyaçlarını karşılama çabası içinde olan kimi kurum-kuruluş ve partilerin çalışmaları engellendi. Kayyum mekanizması bu alanlara da taşındı.
Kimi alanlara günler sonrasında bile ulaşmayan iktidar, ‘Ben niye burada değilim’ diye vicdan muhasebesi yapmak yerine oralara yardıma koşan kurumlara, ‘Sen niye buradasın’ diye sormaya kalktı.
Bu durumda dayanışma duygusu içinde çok sayıda vicdan sahibi vatandaş eldeki imkanlarını kullanmaktan geri durmadı.
Öbür yanda bunca acının yaşandığı böyle ortamdan nemalanmak, haksız kazanç elde etmeye çalışanlar da var ne yazık ki.
Çevremizde olup bitenlere; duygularımıza, vicdanımıza, kalbimizin istek ve arzularına sırt çevirmek nasıl insan kılar bizi?
“Yanlış, eğri, kötü bir uygulamanın, bir sabit fikir peşinde gitmeyi, kör nefsine ve hatta zulme bayraktarlık etmeyi yaşamın sanki bir gereği ve hatta gerçeği olarak görmeye başladığımız bir dünya… Bu dünyanın bu katılaşmış ve kalıplaşmış görünümünden sıyrılın. Kendinizle, öz kimliğinizle buluşun” diyor Henri Benazus.
Hayatın tökezlediği anlar kişilerde olduğu gibi toplum ve devletlerde de görülebilir. Devlet ve toplumların hayatın tıkandığı ya da tökezlediği anlarda gösterdikleri ya da gösteremedikleri tavır o toplum ve devletin tarih hanesine yazılır. Kişi toplum ya da devletlerin tarihi bu anlarda atılan ya da atılmayan adımlarda saklıdır. İnsanlar merhametsizliklerini her ne kadar akıllarına getirmemeye çalışsalar, adaletsizlikleri, haksızlıkları ne kadar görmek istemeseler de vicdanları bu zalimce tutumları onlara hiçbir şekilde unutturmaz. Bu durumda insan da huzur bulamaz. Çünkü insan, doğası gereği vicdanının sesini dinlediği oranda huzur duyacak şekilde yaratılmıştır.
İnsanca yaşamak ve yaşatmak, vicdanımızın sesini bastırmadan akıllıca, sorumlulukla ve olumlulukla hareket etmekle başlar. Birini suçlarken, birilerini yargılarken, terazinin öteki kefesine de vicdanımızı koyduğumuzda varacağınız sonuçlar çok daha adil olacaktır.
Vicdan; kendi kendimizi suçlayabilme, sorgulayabilme ve gerektiğinde kendimize savaş açıp, tanıklık edip, ceza verebilme üstünlüğüdür. Bilinen şeydir, akıl ve vicdanımızın bize gösterdiği yol ile egomuzun ve dizginlenememiş duygularımızın istekleri arasında zaman zaman seçimler yapmak, haksızlıklara göz yummak durumunda kalırız. Çoğu zaman da egomuzu ve duygularımızı kayırmak gibi bir alışkanlık içinde olmaktan geri kalmayız. Oysa akla ne denli muhtaçsak, iç dünyamız ve huzurumuz için vicdana da o denli ihtiyacımız vardır. Gerçekte insanın egosu, güzel duyguların düşmanı değildir. Her şeye karşın küçük bir çaba göstererek, eğiterek onu dost yapabiliriz. Vicdan, insanı hep doğruya ve güzele götüren acımasız bir yönetici ve yönlendiricidir. Vicdan kendisine karşı dürüst olan insanın tek efendisidir.
Bu anlamıyla haksızlığa karşı olmak, doğru bir zemin, doğru bir seçim üzerinde olduğunuzu gösterir. Acısı olanın yanında yer almak bir vicdan borcudur…
Vicdan aynı zamanda insanın içinde duyumsadığı bir fısıldayıştır. Karınca kararınca doğrunun yanında safını ve tarafını belli etmektir;
Bu felaketi atlatmak, bu acıyı paylaşmak adına, vicdan tarafında olduğumuzu gösterme zamanıdır.