Küre-i arzın oluşmasından beri Kürdistan’da sayısız deprem oldu. Hele Van ve Bitlis muhiti tarih boyunca her 10 yılda bir büyük bir deprem ile sarsıldı. Öyle ki Evliya Çelebi Van Gölü muhitinden bahsederken “ezelden beri, “10 yılda bir bu muhitteki kaleleri ya zelzele yıkar ya da Acem,” der.
Acem devletini yani İran’ı depremle eşdeğer tutan Evliya’nın bu tespitine dayanarak yıllar önce “Deprem ve Acem elinden mustarip Kent: Van” isimli bir tebliğ sunmuş, özellikle bu eski depremlerin muhitte yaratmış olduğu tahribatı anlatmaya çalışmıştım. 6 Şubat depremleri bana bu tarihsel verileri tekrar hatırlattı. Devlet nezdindeki ihmal ve yetersizliklerin yaratmış olduğu kamusal öfkenin benzerlerini eski depremlerde de görüyoruz. Öyle ki 1907’de Bitlis’te meydana gelen 7 üstü şiddetindeki depremde, vilayette kurmuş olduğu devasa rüşvet çarkı ile meşhur olan Vali Ferit Paşa ahali tarafından linç edilmiş, bu vaka Meşrutiyet’e giden sürecin fitilini ateşlemişti.
Tarihi kayıtlardan öğrendiğimize göre 1891-1907 arası Van Gölü muhitindeki fay hattı son derece hareketlidir. Bu yıllar arasında neredeyse her yıl 5 üzeri şiddetli depremler vuku bulur. 5 Şubat 1891’de sabah saat 7.30’da en az 30 saniye süren şiddetli bir depremle sarsılan Van ve Bitlis’te sayısız ev hasar görmüş, Van ve Bitlis kaleleri ve kale civarındaki askeri kışlalar yıkılmıştı. Lakin, Dördüncü Ordu kumandanlarından Serasker Rıza’nın verdiği malumata göre her iki vilayette de şaşırtıcı biçimde can kaybı yaşanmamıştı. 30 Mart 1903 sabahında bölge bir kez daha şiddetli bir deprem ile sarsılır. Depremin merkez üssü Muş’un Malazgirt kazasıdır. Kaza merkezi ve çevre köyler tamam yıkılır. İlk belirlemelere göre 200’den fazla kişi yaşamını yitirir. Yüzlerce insan enkaz altında kalır. Dördündü Ordu Müşiri Zeki Paşa aynı gün İstanbul’a göndermiş olduğu telgrafta, kaza merkezindeki alay kumandanlığının da tamamen yıkıldığını, alay kumandanı, alay doktoru ve birçok subayın da aralarında bulunduğu 80 kadar askerin de enkaz altında kaldığını belirtir. Enkaza müdahale ve yardım meselesi ise tam bir keşmekeşe dönüşür. Askerlerden oluşan arama kurtarma ekipleri önceliği asker ve ailelerinin enkaz altından kurtarılmasına verir. Böylece yüzlerce sivil ölüme terk edilir. Deprem sonrası bölgeye gönderilen yardımlar Hamidiye Alayları’na mensup aşiretlere dağıtılır, Ermeniler ve Hamidiye Alayları’na mensup olmayan Kürtler açlık ve soğuktan ötürü perişan olur. Bitlis’teki İngiliz Viskonsülü bunun üzerine Malazgirt’te gider ve devletin yardım etmediği ahaliye kendi bütçesinden yardım ulaştırmayı teklif eder. Lakin Bitlis Valiliği ve Dördüncü Ordu Müşirliği bu teklifi kabul etmez, Osmanlı hükümetinin bütün depremzedelere yardım ulaştırdığını savunurlar. Pro-Armenia Gazetesi, bu hususu özellikle vurgulayan birkaç Ermeni depremzedenin mektuplarını manşete taşıyınca, devletin ölüme terk ettiği bu depremzedelerin yardımına Ermeni Patrikliği ve çevre vilayetlerdeki hayırsever halk koşar. Lakin Patriklik ve hayırsever halkın yaptığı yardımlar “meçhul” kişiler tarafından çalınır. Hırsızlığın ayyuka çıkmasıyla birlikte Vali Hüsnü Bey istifa eder. Hırsızlık ve ayrımcılık muhitte küçük çaplı bir infiale sebebiyet verir lakin bir devrin kapanmasına giden yolun kilometre taşlarından birini döşeyen asıl infial 1907 Bitlis depremi ile kopar.
16 Mart 1907 günü sabaha karşı saat 04.00 sıralarında Bitlis’te şiddetli bir deprem meydana gelir. Deyim yerindeyse Bitlis ve çevre yerleşim birimlerinde taş üstünde taş kalmaz. Raporlara göre kentteki 4.000 evden 3.000 kadarı yerle bir olmuştu. Binlerce insan enkaz altında kalmıştı. Öyle ki kentteki en yeni ve modern teknikle inşa edilmiş olan valilik binası dahi yerle yeksan olmuştu. Valilik binasının üst katında kalan,1903’teki depremde ismi hırsızlık vakalarına karışan Hüsnü Bey’in yerine atanan yeni vali Ferit Paşa dahi canını zor kurtarmıştı.
İddiaya göre kırklı yaşlarda olan vali o güne kadar İstanbul’da yaşamış, hayatında ilk defa taşraya çıkmıştı, valilik görevinde son derece tecrübesizdi Konağını kaybeden vali de şehrin Gökmeydan denilen muhitinde inşa ettiği barakada görevini ifa ederken, 22 Haziran sabahı Küfrevî Şeyhi Abdülbaki ve diğer şeyhlerin öncülük ettiği kalabalık bir grubun protestosu ile karşılaşmıştı. Aslında bu ilk protesto değildi. Mayıs ayında büyük bir kalabalık vali konutunun önünde toplanıp para değerinin düşürülmesini protesto etmişti. O gün çarşı pazar kapanmış, hatta Ermeniler, “yine katliam olacak” diye evlerine çekilmişlerdi. Ancak Müslüman göstericiler Ermenileri de ikna edip daha sonra protestoya katmışlardı. Vali o zaman kalabalığı dağıtmayı başarmıştı. Ama bu defa başaramayacaktı, zira kentin yanı sıra çevre köy ve kasabalardan da binlerce kişi o gün şehre akın etmişti. İddiaya göre göstericilerin sayısı Ermeni ve Kürtlerden müteşekkil kadınlı erkekli 10.000 kişi kadardı. Bitlis kumandanı Celal Paşa, her ne kadar kalabalığı sakinleştirmeye çalışsa da başaramadı. Celal Paşa’nın aktardığına göre, eli sopalı binlerce kadın ve erkek Ferit Paşa’nın barakasına zorla girmeye çalışmıştı. Ortalıkta hiçbir polis ve askerin olmaması da durumu son derece manidar kılmıştı. Barakadan çıkmayı başarıp askeri garnizona doğru kaçmaya çalışan vali ve yakın adamı polis komiseri Ermenek Zeki, yolda göstericiler tarafından tekrar kıstırılıp linç edilmişlerdi. Ermenek Zeki sopa darbeleri ile öldürülmüş, bu esnada vali belinden çektiği revolver ile bir göstericiyi öldürdükten sonra kanlar içinde garnizona sığınabilmişti. Kalabalığı yönlendiren şeyhler daha sonra telgrafhaneyi işgal etmiş, hiçbir telgraf alışverişine izin vermemişlerdi. Valiye gönderilen şifreli birkaç telgrafı da derhal yok etmişlerdi. Bu arada İstanbul’a, merkezî hükümete taleplerini içeren telgraflar çekmeye başlamışlardı. Ermeniler de bu arada boş durmamış, “Vali’nin adamı” olarak gördükleri murahhasanın evinin önünde toplanmıştı. Murahhasa birkaç Ermeni eşrafı Celal Paşa’ya teslim etmiş, Paşa onları da valinin yanına, garnizona götürmüştü.
İsyan sonrası kent merkezindeki memurlar, zabitler ve polisler evlerine çekilmiş, bu arada içeride şeyhler, dışarıda ise binlerce kişiden oluşan kadınlı erkekli halk telgrafhanede İstanbul’dan gelecek cevabı beklemeye başlamıştı. Zira valinin derhal görevden alınmasını içeren telgrafı direk Yıldız Sarayı’na, Abdülhamid’e göndermişlerdi. Lakin bekledikleri cevap bir türlü gelmedi. Şeyhlerin talebine cevap gelmeyince bu defa da belediye reisi Şaban Efendi, İstanbul’a, Celal Paşa da Erzincan’a Dördüncü Ordu Kumandanı Müşir Zeki Paşa’ya telgraf gönderdi. Olaya son derece temkinli yaklaşan Zeki Paşa, gösterinin ve göstericilerin niteliğini anlamak maksadıyla, şeyhlerin gözetiminde telgrafhanede bekleyen Celal Paşa’ya “göstericiler ayak takımından mı? Yoksa içlerinde ulama, şeyh ve eşraf var mıdır?” diye soruyor ve ardından zehir zemberek sözler sarf ediyordu:
“Bunların validen şikayetleri yeni midir? Değilse neden bugüne kadar bize bildirmediniz? Bunların dağılması için nasihat yapılmış mıdır? Şayet Vali Bey haberleşmeden menedilmişse, şahsınız Vali Bey’in bizimle iletişime geçmesini sağlayacağına, neden ahalinin isteklerine aracılık edip telgraf gönderiyorsunuz? Bu nasıl bir zorunluluğunun sonucudur? Lütfen Vali Bey ile ahaliyi sakinleştirip dağıtınız. Cevabınızı makine başında beklemekteyim.”
Ayaklanma devam ederken, Müşir Zeki Paşa merkezî otoriteyle koordineli olarak Erzurum, Van gibi çevre vilayetlerden asker toplayıp, olaya müdahale etmeyi kararlaştırdı. Bu esnada Celal Paşa bir telgraf daha gönderdi. Paşa, askerî müdahalenin işleri tamamen sarpa saracağını savunuyordu. Bu durumda şehirdeki şeyhlerin çevre aşiretlerden silahlı güç temin edeceğini, bunun da istenmeyen büyük ölçekli bir isyan hareketini tetikleyeceğini belirtiyordu. Zeki Paşa ile Celal Paşa’nın karşılıklı restleşmeleri sürerken askerî birliklerin Bitlis’e yaklaştığını duyan şeyh grubu -Bitlis’teki İngiliz konsolos yardımcısı Binbaşı Bertram Dickson bu oluşumu “Şeyhler Divanı” olarak tanımlıyordu, iddiasına göre bu Şeyhler Divanı binlerce silahlı müridi olan Seyid Ali’den yardım istedi. Dickson’a göre Hizanlı Seyid Ali atlı birlikleriyle şehre gelip beklemeye başlamıştı. Vilayetin diğer muhitlerindeki aşiret reisleri de şeyhlere haber gönderip, gerek görüldüğü takdirde kente gelip yardım edebileceklerini söylüyorlardı. Celal Paşa, Müşir Zeki Paşa’yı müdahale fikrinden tamamen caydırmak için bir kez daha müşirin Ermeni fobisini tetikleyerek, “Allah korusun, Ermeni fesadesi şu son günlerde iyice azmış, fırsattan istifade ederek bir galeyan çıkarabilir ve bu da en fazla Erzurum, Van ve Muş’u etkiler” diye yazıyordu. Nitekim Zeki Paşa’nın fikri değişmiş olmalıydı ki Erzurum, Van ve Muş’tan yola çıkan askerî birlikler, halkla çatışmaya girmemek için Başhan denilen mevkide beklemeye alındı. Durumun vahametini birkaç gün sonra anlayan merkezî otorite, şeyhlerin taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. Ferit Paşa’yı görevden alıp yerine bölgeyi iyi tanıyan Trabzon Valisi Arnavut Tahir Paşa’yı gönderdi. B. Dickson bunu ayaklanan Kürtlere karşı “Sarayın boyun eğmesi” olarak görüyordu.
Ferit Paşa’nın görevden alınmasından sonra, 7 Temmuz’da Tahir Paşa’nın gelmesiyle beraber kentte olaylar yatıştı, insanlar evlerine çekildi. Ancak şeyhlerin tedirginliği devam etti, son bir kez daha toplanıp, tutuklanma veyahut hapsedilme ihtimaline karşı birbirlerine söz verip, “ittifak” yemini ettiler. Tahir Paşa’nın kentte toplanan askerî birlikleri geri göndermesi de şeyhlerin tedirginliğinin geçmesini sağlayamadı. Bu sefer şeyhler ve eşraf, Ferit Paşa’ya verdikleri paraların peşine düştüler. Şikayetçiler çoğaldıkça vilayetin muhtelif yerlerinden sürpriz isimler de peyda olmaya başladı ve eski defterler tekrar açıldı. Öyle ki Seyid Ali ve Bişarê Çeto gibi isimler de sürece dâhil olup paşadan şikayetçi oldular. Dickson’un aktardığına göre Seyid Ali, daha önceki faaliyetlerinden ötürü yargılanmamak için valiye 800 sterlin değerinde Osmanlı lirası rüşvet vermişti. Bişarê Çeto da askerî operasyon ve takiplerden kurtulmak için 700 sterlin değerinde bir meblağı valinin adamlarına takdim etmek zorunda kalmıştı. Her ikisi de isyandan sonra paralarını geri istiyorlardı.
Halkın dilinden iletilen bu taleplere göre açlık, asayişsizlik, rüşvet, tütün ve vergi gelirinin bir kısmını zimmete geçirme ve deprem sonrası yollar yapılırken “fakir-fukaranın evlerinin yıktırılması” isyanın sebepleriydi. Ferit Paşa ise bütün bu iddia ve ithamları reddetmişti. 1907 yılında Mart’tan Haziran’a kadar Bitlis kent merkezi ve köylerindeki Müslümanlardan toplanması gereken 259.000 kuruşluk vergiden, sadece 15.000 kuruş ve Hristiyanlardan toplanması gereken 149.000 kuruşluk vergiden ise sadece 4.000 kuruşu toplayabildiğini belirtiyordu. Depremden sonra vergi konusunda son derce toleranslı davrandığını ve isnat edilen iddialara karşı bir kez daha güvenlikçi eylemlerini öne çıkararak, “çarık giyip aylarca halkın güvenliğini sağlamak için eşkıya peşinde koştuğunu”, Bitlis halkından bu muameleyi beklemediğini belirtiyordu.
Bu ayaklanmanın, tek başına Meşrutiyet rejimine dönüş amaçlı yerel bir Jön Türk organizasyonu olamayacağını gösterse de Dickson’un iddiasına göre Erzurum’daki Jön Türk destekli isyancılar Bitlis’teki eşraf ve şeyhlere “kışkırtıcı” mektuplar göndermişlerdi. Jön Türklere sempati duyan Celal Paşa’nın halkla çatışmaktan kaçınması, bir anlamda isyancılar ile devlet arasında arabulucu rolüne soyunması ve şehirdeki asker ve polislerin ortalıkta pek gözükmemesi, 1907’de Bitlis’te vuku bulan bu ayaklanmanın başarılı olmasını sağlamıştı. Sonuç olarak Abdülhamit rejiminin en gaddar yöneticilerinden biri olan Ferit Paşa’yı alaşağı eden ve Abdülhamit’i yeni bir valiyi atamaya mecbur kılan deprem nedenli 1907 Bitlis ayaklanması, yaklaşık bir yıl sonra Meşrutiyet düzenini tekrar tesis edecek olan Jön Türk hareketini cesaretlendirmiş ve Abdülhamit rejiminin de sarsılabileceği konusunda onları ikna etmişti.