Depremin ilk gününden itibaren o bilindik manzarayla karşı karşıyayız yine. Depremin ardından ortaya çıkan “bir kamusal güç olarak devletin yokluğunu” Akdeniz’i küle çeviren orman yangınlarında, Karadeniz’deki sellerde, Amasra’daki maden katliamında görmüştük. Ne acziyet ne liyakatsizlik ne de işbilmezlik…
Yüzyılın neoliberal devleti
yüzyılın neoliberal devleti tam da buydu, eksiği yoktu fazlası vardı. Fazlası sembolik birer kuruma dönüşen AFAD, Kızılay, THK gibi kurumlardı. Bu kurumların felaketlere acilen müdahale etmesini beklemek artık saflıktan öte bir politik körlüğe işaret ediyor. Devlet bu işte. Olması gerekeni beklemek kendi inisiyatif alanımızı köreltmekten başka bir işe yaramıyor, yaramayacak da. Milyonların gözü önünde devlet kendi görev alanının sınırlarını çiziyor, görmek isteyene.
Sermayenin neoliberal yöneliminin bir ürünü olarak şekillenen bu çıplak baskı aygıtı ayakta kalabilmek için tek bir yönünü güçlendiriyor. O da güvenlik bürokrasisi. Askeriyeden polise, bekçilerden SADAT öncülüğündeki paramiliter aygıta kadar kendilerine ihtiyaç duydukları alanda geniş bir istihdam ağı yarattılar. Sağlık mı, eğitim mi, sosyal müdahale mi, afet yönetimi mi? Unutun gitsin.
Üstelik felaketlerin yol açtığı büyük yıkımların yarattığı rant kapasitesinin büyüklüğü daha önceki felaketlerden deneyimlenmişken, sermaye aklının merkezinde olduğu bu baskı aygıtı neden sosyal hizmet sunsun ki?
Yeri gelmişken yaklaşan İstanbul depremiyle ilgili iktidarın bir hazırlığı olup olmadığına dair sorusu olanlara hemen kesin bir cevap verelim, elbette var. Oturup müteahhitlerle İstanbul’un ilçelerini bir güzel paylaşmışlardır, hayatta kalmayı başaracak yoksulları deprem gerekçesiyle nasıl kent merkezinden süreceklerinin yollarını da hesaplamışlardır. Siz hiç merak etmeyin.
Göçe zorlama, mezhepçilik, asimilasyon
Devlet Hatay, Maraş, Adana gibi deprem illerinde neden yok sorusunun cevabı da burada yatıyor. Bizim hafızamızın yettiği kadarıyla devlet deprem bölgelerine ilk Kızılay aracılığıyla gelirdi. Zaman kaybetmeden çadır kurardı. Sağ kalanları çadırlara yerleştirir, işine koyulurdu. Bu satırların yazarı depremin ilk saatlerinden itibaren Hatay’daydı. Bölgeden bildiriyorum. Burada böyle bir şey olmadı. Çadırlar kurulmadı. Yardımlar gelmedi. İnsanlar gözlerimizin önünde can verdiler. (Sevgili Mecit, seni kurtaramadığımız için hayatım boyunca bir vicdan azabı duyacağım. Bizi affet, sana yardım edemedik)
Devlet açık mesaj veriyordu: Buradan gidin. Özellikle kent merkezinin yıkılmasıyla birlikte ilk günlerde hissettiğim şey bir yerlerde bir müteahhit çetesinin iştahının kabardığıydı. Çünkü insanlar çadırların kurulmamasıyla göçe zorlandılar. Yerel yönetimlerin, özellikle büyükşehir belediyesinin depremde tamamen ortadan kaybolmasının da böyle bir anlamı var. Elektriğin, suyun, tuvaletin (insanlar 4 gün tuvalet bekledi, onu da ilk komünistler kurdu. Komünistlerin tuvalet kurmasının politik anlamı üzerine tartışıyoruz arkadaşlar, bilmem farkında mısınız?) olmadığı ve ne zaman olacağına dair yerel yönetimlerden bir açıklamanın gelmediği bir durum insanları göçe zorlamaktır. Göçe zorlamanın tarihsel arka planında ise Suriye savaşında iyice köpürtülen mezhepçilik yatıyor. Buraya açıkça demografik bir müdahalenin koşullarının yaratıldığı görülüyor ve bu yeni bir şey değil. Suriye iç savaşının operasyon üssü haline getirilen Hatay’da yaşayan Arap Alevilerin, yürürlükteki nefretçi Erdoğanist İslam’ın nefret nesnesi haline getirildiğini hepimiz görmüştük. Heretik olarak görülen Arap Alevi inancı sürekli hedefteydi zaten. Üstelik bir göç ettirme niyeti her zaman hissediliyordu. Depreme dönecek olursak, gördüğümüz kadarıyla yapılmak istenen bu zorunlu göçle asimilasyona zemin hazırlamak.
Komünistler ve iktidar alanı
Ancak işin bu boyutu devletin içinde bulunduğu gerçekliğin önüne geçmemeli. Girişte bahsedilen niteliğinden dolayı sahip olduğu meşruiyeti her felakette biraz daha yitiren bir devlet gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Bu gerçekliği görmezden gelerek yapılan her yorum solun önünü kapatacak. Gözümüzün önünde bir iktidar boşluğu oluşuyor.
Bu iktidar boşluğunun ne şekilde doldurulması gerektiğini bu satırların yazarı bizzat deprem bölgesinde deneyimledi. Bizzat söyleyeyim iki eksenli ama ikisi de birbirleriyle koordineli bir iktidar alanı oluştu burada. Öncelikle komünistlerin kurdukları koordinasyonun gücü, ilk şokun hafiflemesinde belirleyicidir. Bu koordinasyonun geniş halk kesimlerine açılan bir yönü oldu ve bu noktada komünistler ülkenin her yerine hitap eden ve oralarda iktidarlaşan çok özel bir pratik sergilediler/sergilemeye de devam ediyorlar. Bu çıkış bu yıkımın içerisinde parlayan bir fenerdir.
İkinci eksen oluşan gönüllü eksenidir. Eğer ülkenin dört bir yanından gelen gönüllüler olmasaydı enkaz altında arama kurtarma faaliyetleri tamamen çökecekti. Eğer ülkenin dört bir yanından gelen gönüllüler olmasaydı bölge halkı gerçek anlamda çıldırma noktasına gelecekti. Ama daha önemlisi bu geniş gönüllü ekibiyle komünistlerin kurdukları bağın gücüydü. Rahatlıkla söyleyebilirim ki komünistler olmasaydı gönüllülerin koordinasyonu ve günlük kendilerini yeniden üretmeleri (çok ama çok büyük yıpranmalar yaşadılar, kamu görevlileriyle muhatap olamayınca güç ve morali komünistlerde buldular) mümkün olmayacaktı. Ve şimdi o can alıcı noktaya gelelim. Abartısız, yüzlerce kamu görevlisi zaman zaman (TSK personeli dâhil) bu oluşan koordinasyonla hareket etti, burayı destekledi, buradan moral bulduğunu belirtti ve buranın eksiklerinin tamamlanması için çalıştı. Hegemonya tartışmaları açısından müthiş bir deneyim oldu bizler için.
Ve şimdi devlet tartışmalarına dönelim. Devlet bu arkadaşlar. Ne eksik ne fazla. Yaklaşan İstanbul depremi için önden söyleyelim. İstanbul’u mahalle mahalle, semt semt gönüllü/sivil inisiyatifle örgütlediğimiz oranda İstanbul depreminin etkilerini azaltacağız. Devlet nerede, iktidar nerede diye sormak için beklemeyelim. Gezi’nin ruhunu anımsatan bu dayanışmayı güçlü bir örgütlülüğe dönüştürelim.