Tarihteki büyük “felaketler” ciddi toplumsal travmalar, “çıldırma halleri” yaratmıştır. Böylesi dönemlerde hep bir günah keçisi bulunmuş ve travma içindeki toplumun tüm dikkati-tepkisi oraya yönelmiştir. Günah keçileri de genelde kriz anından önce de bulundukları bölgede kuşkuyla izlenen, ırkçı kışkırtmalarla dışlanan kesimler olmuştur.
Roma yandıktan sonra dönemin egemen güçleri birbirini alt etmek için ortaya çıkan toplumsal psikolojiyi kullanmışlardır. Toplumsal çöküntü-şaşkınlık, o dönemin dışlanmışlarından Hristiyanlara yönlendirilmiştir mesela. 1348’lerdeki ikinci veba pandemisinde günah keçileri Yahudiler olmuştur. Su kuyularını zehirledikleri spekülasyonu yayılmış ve hızla karşılık bularak sadece Strasbourg’ta 2 bin Yahudi yakılmıştır.
Kapitalizm dönemindeyse bu çok daha sistematik bir nitelik kazandı. 1923’teki Büyük Kanto depreminde yaşananlar bu açıdan çarpıcıdır. O dönem Kore, Japon sömürgesidir ve birçok Koreli Japon adalarında yaşamaktadır. Depremden önce de Japonların ırkçı tepkilerine hedef olan Koreliler için bu, depremden hemen sonra ırkçı bir histeriye dönüşür. Kayıtlara göre sadece bir saat sonra polis merkezlerine Korelilerin hırsızlık yaptıkları, Japonlara saldırdıkları, yangın çıkardıklarına ilişkin binlerce ihbar gelir. Yaşanan histeride 6 bin 500 Korelinin öldürüldüğü söyleniyor.
O dönemler egemenlerin tepkileri yönetme biçimleri bugünkü kadar geniş araçlarla buluşmuyordu. Gelinen noktada burjuvazi toplumsal mühendislikle toplumsal psikoloji arasındaki koparılamaz ilişkide ciddi bir birikim ve yönetme kapasitesi kazandı.
Burjuvazi ve siyasi temsilcileri de bilir ki, toplumların büyük “felaketler” karşısındaki tepkilerini, içinde yaşadıkları ekonomik-sosyal-siyasal koşullar kadar tarihsel-kültürel birikimleri şekillendirir. Bu bütünlüğün hemen yanındaki temel belirleyense, örgütlenmenin-dayanışmanın düzeyi, politizasyonun niteliğidir.
Türkiye ve Kürdistan’ın 10 ilini etkileyen Maraş depremleri sonrasında gelişen tepkiler ya da bundan sonrasına ilişkin ipucu niteliği taşıyan gelişmeler de bu bütünlük içinde anlam kazanıyor.
Milyonlarca insanı her açıdan etkileyen bu depremin toplumsal sonuçlarının sadece yaşandığı illeri değil bir bütün olarak Türkiye ve Kürdistan’ı etkileyeceği açıktır. Yaşandığı bölgelerin toplumsal dinamikleri, ekonomik-siyasi gerçekliği, tarihsel hafızası ve kültürel şekillenişine baktığımızda bu etkinin çok daha ağır olacağı kesindir. Bunu aynı zamanda dünyadaki genel durum ve Türkiye’deki ekonomik-siyasi krizle birlikte düşünmek gerekir. Kapitalizmin kendisini yeniden üretme kapasitesinin hayli aşındığı, dünya genelinde faşist devlet biçimlerine yönelimin netleştiği, halk isyanlarınınsa birbirine eklendiği bir iklim bu. En kullanışlı araçlardan biri toplumsal fay hatlarını kaşımaktır.
Bölgede Kürt-Alevi-Türk-Sünni ulusal ve etnik farklılıklara ek olarak mülteci yoğunluğu var. Neoliberal ekonomi politikalarıyla tarım ve hayvancılığın çökertildiği, dağların taşların maden-enerji patronlarına peşkeş çekilerek büyük bir yıkımın ve proleterleşme dalgasının yaşandığı bir bölge burası. Öncesinde mevcut toplumsal fay hatlarının Maraş Katliamı, Antep ve Malatya katliam girişimleriyle kaşındığı bir tarihsel hafızaya sahip. Bu hafıza ve mevcut ekonomik-siyasi koşullara eklenen mülteciler gerçeği, deprem sonrasında ciddi tertipler için son derece elverişlidir.
Depremden sonra ortalıkta görünmeyen devlet, ilk iş olarak OHAL ilan etti. Yağma ve hırsızlıkları önlemeyi OHAL’in önemli bir gerekçesi olarak pazarladı. Nedense hemen ardından sokaklara salınan polisler ve kimliği bilinmeyen kişiler, ardı ardına hırsız avına çıktı ve öyle olduklarını iddia ettikleri kişilere yapılan işkenceler görüntülü olarak sosyal medyada yaygınlaştırıldı. Buna da “Suriyeliler” hezeyanı eşlik etti.
Bölgenin yoksul ve hayata tutundukları son dalları da depremle birlikte kırılan halkının önemli bir kısmı bu hezeyana kolay kolay gelmeyecek bir tarihsel hafızaya sahip. Kürt özgürlük hareketinin yarattığı toplumsal kültür, örgütlü-dayanışmacı birikim bunun en önemli sigortalarından biridir. Alevi nüfusun da tarihsel hafızası, kültürel birikimi önemli bir dayanaktır. Fakat yoksulluğun kol gezdiği, kapitalizmin önemli ucuz işgücü merkezlerinden biri haline getirdiği bu bölgede özellikle mülteci dinamiği üzerinden hangi korkunç tezgahların sahnelenebileceğini kestirmek çok zor.
Sahnelenecek bu tertiplerin hızla tüm Türkiye’ye yayılmasıysa neredeyse kaçınılmaz. Depremin yaratacağı büyük yıkımın ekonomik-siyasi külfetinin ağırlığı ve bu ağırlığın tetikleyeceği ciddi toplumsal patlamalar karşısında mevcut iktidar blokunun yapmayacağı şey yoktur. Gerici bir iç savaş dahil!
O açıdan da Çinlilerin fırsat ve tehlikenin iç içeliği anlamında kullandığı “risk”i, sistem açısından riske, halk ve gelecek açısından fırsata dönüştürmek elimizdedir. Seferberlik ruhuyla vücut bulan dayanışmanın örgütlü bir nitelik kazanması bunun en önemli ayağını oluşturacaktır. Çırılçıplak hale gelen kapitalizm ve devleti gerçeğini bıkmadan usanmadan anlatmak, bilince dönüştürmek de öyle.