Dehşet dolu günlere tanık oluyoruz. Suriye ve Türkiye’de meydana gelen deprem felaketleri canımızı yaktı. Para ve gerekli eşya yardımı yapmaktan başka bir şey elimizden gelmediğinden çaresizlik ve baygınlık duygularının esiri olduk. Dostlarımız ve yakınlarımızdan kötü haberler aldıkça, felaket bölgesinden uzakta, Avrupa’da sıcak evlerimizde yatmaktan utanan insanlara dönüştük. Aynı zamanda haberleri izlediğimizde Türkiye’yi yönetenlerin basiretsizliklerine, aymazlıklarına ve yalanlarına öfke kusuyor, lanet okuyoruz ister istemez.
Ama diğer taraftan ise ülkenin devrimci-demokrat güçlerinin, sosyalist ve komünistlerinin, HDP ve diğer muhalif partilerin ve özellikle toplumsal kesimlerin gösterdiği büyük dayanışma ve yardım kampanyaları yüreğimize bir nebze su serpiyor, daha iyi yarınlara olan umudumuzu büyütüyor. Aynı şekilde başta Ermenistan ve Yunanistan olmak üzere komşu halkların üzüntümüzü paylaşıp, dayanışmalarını göstermeleri metanetli olmamıza neden oluyor. Enkazdan kurtarılan her can üzüntümüzü azaltıyor. Avrupa’daki Kürdistanlı ve Türkiyeli kurum ve örgütlenmelerin anında harekete geçip, yardım göndermeleri minnettar olmamızı sağlıyor.
1999 depremini doğrudan yaşayanlar olarak deprem felaketinin nedenlerini, doğanın değil, rant ve kâr hırsının canlara mal olduğunu, devleti yönetenlerin sorumluluğunu ve sermaye birikimi uğruna cesetler üzerinden yürüyenleri burada ayrıntılı ele almamıza gerek yok. Ancak toplum nezdinde artık fiilen meşruiyetini kaybetmiş olan AKP-Saray-Rejimi’nin toplumsal dayanışmayı karalayıp, gayri meşrulaştırma çabasının yanıtsız kalmaması gerekiyor. Rejimin, sivil kuruluşları, muhalif kesimleri, yardıma koşanları, özgür medyayı ve gerçekleri söylemekten başka bir şey yapmayan bilim insanlarını nasıl hedefine koyup, gözdağı vermeye çalıştığı herkesin malumu. Dijital medya bağlantılarını ve interneti ne kadar yavaşlatsalar ne kadar engel çıkarıp yalan söyleseler de artık gerçeğin görülmesini engelleyemeyeceklerdir. Elbet bunun ve tüm diğer suçlarının hesabının görüleceği günler gelecektir.
Ancak bir noktada iğneyi kendimize batırmamız gerekiyor. Anadolu-Mezopotamya coğrafyasının deprem bölgesi olduğunu biliyoruz. Haklı olarak yönetenlerden bunun gereğini yerine getirmelerini, deprem ve doğal felaketlerin etkilerini en azından hafifletecek önlemler almalarını ve felaket mağdurlarının yardımına koşmalarını talep ediyoruz. Diğer taraftan bu taleplerin yerine getirilmediklerini ve getirilmeyeceklerini de biliyoruz. Nihâyetinde bugün olduğu gibi, müdahaleleri toplumun kendisi yapmak zorunda kalıyor.
Tüm bu gerçekler önümüze ertelenemez bir görevi koyuyor: toplumsal dayanışmanın felaket öncesinden örgütlenmesi – köyde, mahallede, kasaba ve kentlerde özerk, demokratik ve gönüllü olarak. 1999 depreminde ve bugün toplumsal dayanışmanın ne denli yara sarıcı olduğunu gördük. Aynı zamanda örgütlü toplumuyla Amed’in nasıl kendi yaralarını sararken diğerlerinin yardımına koştuğuna da tanık olduk. Deprem günlerinde bile başlarına Türk devletinin bombalarının yağdığı Rojava’dan gelen yardım ve dayanışma tekliflerini saymıyoruz bile.
Bu yazı kaleme alındığında deprem felaketi dördüncü günüdeydi ve resmî açıklamalara göre 16 binden fazla insan yaşamını yitirmişti. Asıl sayının kat be kat fazla olacağı gerçeğini yazmaya cesaret dahi edemiyoruz, ama öyle. Cenazeler sokakta, enkaz altında. Mağdurlar aç ve açıkta. Elbette yapacak çok şey var, ki saymakla bitmez. Ve elbette gün herkesin elinden gelen desteği verme, yardıma koşma, dayanışma gösterme günü.
Ama aynı zamanda bugünden yarını düşünme ve örgütlenmeyi örme günü. İşte bilim insanları açıklıyor: İstanbul depremi kapıda ve yıkım muhtemelen çok daha büyük olacak. Anadolu-Mezopotamya halkları toplumsal dayanışmanın örgütlenmesine hazır olduklarını defalarca gösterdiler. Bunu gerçekleştirmek ise devrimci-demokratların, sosyalist ve komünistlerin görevidir. Yaralar sarılır sarılmaz bu görevin gereğini yerine getirmek zorundayız. Unutmayalım; özerk, demokratik ve örgütlü toplumsal dayanışma çoktan meşruiyetini yitirmiş olan rejimi resmen gayri meşru kılacaktır.