İnsan eliyle yaratılmış hiçbir şey doğal afet olarak tanımlanamaz. Kentin tüm sorunları insan eliyle yaratıldıklarından ve sorunun çap ve kapasitesi de tüm toplumu kapsadığından onu toplumsal sorun olarak tanımlarız
Doğan Kılıçkaya
Halklarımız, 6 Şubat sabahına korkunç bir kabusla uyandı. Bu satırları yazdığımız anda bile herhangi bir rakam telaffuz edebilecek durum da değiliz. Kaldı ki bu korkunç tablonun karşısında rakamların bile bir anlamı yok. Enkaz altındakinin insan olması zaten rakamları anlamsızlaştırır. Ölen insan ve başka başka canlılar olunca bir ile yüz binin arasında sadece nicelik kalır. Onun için hiç de rakamlara takılıp kalmadan bu büyük yıkımın arkasındaki zihniyeti çözümlemek daha doğrudur.
Doğal afetlerin hepsi insan iradesinin dışında gelişen eylemlerdir. İnsan iradesinin dışında olduklarından onlara “AFET” deriz. Ama bilim ve tekniğin gelişmişlik düzeyinden dolayı insanın yaşadığı övünç zorunlu olarak doğal afetlerin bu denli tahripkar olmasının nedenlerini de sorgulattırır. Çünkü bilim ve teknik hemen hemen bütün afetleri önceden haber verme gücüne ulaştığı için bu sorgulama ve çözümleme de haklı yanlarımız vardır. Onun için hiçbir afet kader değildir.
Nitekim geçtiğimiz yılın Nisan ayında Jeoloji Mühendislerinin oluşturduğu rapor bunun çok çok açık bir kanıtı olmaktadır. Jeoloji Mühendisleri, yaklaşık bir yıl önceden depremin merkez üssü de dahil olmak üzere hemen hemen bugünü tarif etmişlerdir. Bu anlamda bilim hala önceden görme gücünü korumuştur. Dolayısıyla bilim etiğine bağlı kalarak yapılan bu çalışmaya “bravo” demekten başka söylenecek bir söz yoktur. O zaman geriye sorumlu tek bir adres kalmaktadır. O da yönetim aygıtıdır.
Kent, Sümerlerden beri bir madalyon gibi iki yüzlü şekillenerek gelmiştir. Kapitalist modernite güçleri ve onun akıl hocaları kentin bir yüzünü sürekli akın edilmesi gereken bolluk ve refah alanı olarak tarif ederken, görünmeyen yüzünde ise korkunç sömürü yoksullaştırma olarak örmeyi başarmışlardır. Özellikle endüstriyel dönemle birlikte kent tam bir toplumsal kanserleşme ve yıkım alanına dönüştürülmüştür. Sümer bilgelerinden günümüzün bilim insanlarına kadar kent insanı yutan yeni bir canavar olarak insan aklı ve yeteneğiyle yaratılmıştır.
Dolayısıyla insan eliyle yaratılmış hiçbir şey doğal afet olarak tanımlanamaz. Kentin tüm sorunları insan eliyle yaratıldıklarından ve sorunun çap ve kapasitesi de tüm toplumu kapsadığından onu toplumsal sorun olarak tanımlarız. Bu bağlamda da kent icat olduğu günden beri toplumun temel bir sorunu olarak hep tartışılmıştır. Tarihin site devletlerin de bile yaşanabilir bir kent için Platon beş bin nüfuslu kentler hayal etmiştir. Beş bin nüfusun idaresini bile en üst sınır olarak tanımlayan Platon, bugünün devasa büyüklüklerdeki kentini hayal bile edememiştir.
Endüstriyalizmle birlikte kentler ya da diğer adıyla şehirler milyonları bağrında barındıran ve bir o kadar da canavarlaşan mekanlar haline gelmiştir. Yani kentler tüm hastalıklı, kanserli ve sürekli bir yok etme ve kıyım makinesi olarak iktidar elitleri için muazzam kar ve rant kaynağına dönüşmüştür. Rant, en büyük toplumsal kirlenme ve canavarlaşma olduğundan sürekli mücadele edilmiş ama bir türlü yeni model, ekolojik kentler ve yaşam alanları oluşturulamadığından canavarın kendisini büyütmesine göz yumulmuştur. Onun için kentler insan yaratımlı mekanlar olarak rantın en büyüğünü de yönetim aygıtları yani devlet aldığından bir türlü ıslah edilememiştir.
Bugün yaşadığımız deprem felaketi de tam bir devlet gerçekliği olarak karşımıza çıkar. Türkiye ve Kürdistan coğrafyası iki tane büyük fay hattının üzerinde olmasına ve yaşanan onca deprem gerçeğine rağmen hiçbir önlem alınmamaktadır. Çünkü devlet, “doğanın ve insanların maruz kaldığı her türlü felaket ve zararlardan yeni kazanç” kapıları oluşturmaktadır.
1999 yılında yaşadığı “büyük Gölcük” depreminin altında kalan devlet, başka depremler için yasayla “deprem fonu” oluşturmaya gitti. Yani eski nesil yaşlılarımızın “kefen parası” dediği şeyi yaptı. Ama AKP faşist iktidarı, Kürt halkına karşı yürüttüğü savaş da bu kefen parasını tükettiğinden şimdi deprem bölgelerine gidememektedir. Dolayısıyla da kurtarma çalışmalarındaki yetersizliklerden kaynaklı olarak her geçen an depremin kabusu daha da vahim hal almaktadır. Onun için deprem mağdurları, “deprem değil, devlet öldürüyor” diye feryat figan etmektedirler.
Kendine insanım diyen hiçbir kimse bu feryat ve figana duyarsız kalamaz. Tıpkı yirmi yıllık AKP iktidarı döneminde doğanın korkunç talanı gibi insanı da AKP’nin rant kapısı olmuştur. Depremle tüm silueti değişen Malatya’nın her kilometre karesinde bir şantiye alanı olmasına rağmen enkaz altındaki insanlara yardım eli uzanmamaktadır. Çünkü her şantiye aslında bir soygun yeri olduğundan zaten onlardan insani refleksler beklenemez.
Onun yerine bir yıl önceden bugünü görerek toplumsal hareketleri ayağa kaldırıp hareketlendirmeyen Jeoloji Mühendislerinin öncülüğünde tüm toplumsal örgütlenmeler olarak kendi insanlarımıza sahip çıkmalıyız. Tam da “Ekoloji Hareketleri Konferansı”nda benimsenen kararlaşmaları da bu sahiplenmenin kapısını aralamıştır zaten.