Hayat her zaman düz akmıyor. Herkes günün birinde Marianne Bachmeier’in düştüğü ikileme düşerek bir karar vermek zorunda kalabilir. Bu, bizzat yaşamadan asla bilemeyeceğimiz bir şey
Arif Mostarlı
Gerçekten de bazen tarihte öyle şeyler olur ki, yıllar boyu tartışılabilir ve herkes kendi durduğu yerden olayı yorumlayabilir. Biri, “Evet, işte tam da benim yapmak istediğim şey bu” diyebilir örneğin, bir başkası ise bunu ‘barbarlık’ olarak görebilir. Marianne Bachmeier’in 6 Mart 1981 günü Lübeck Bölge Mahkemesi salonunda yaptığı böyle bir şeydi işte. Salona girdi o gün ve sanık sandalyesinde oturan Klaus Grabowski’ye 8 el ateş etti. Altısı tam isabetti. Grabowski, orada yaşamını yitirdi.
Sokakta büyümek
Şimdilerde sosyal medyanın iki cümlelik hoyrat yargılarına alıştık belki ama aslında hiçbir olay, arkasındaki yaşam deneyimine bakılmaksızın yorumlanamaz. Marianne’ninki de öyle. Zor bir hayattı onun yaşadığı. 3 Haziran 1950’de Sarstedt’te doğdu Marianne. Ailesi, Sovyetler ve Polonya tarafından devralınan Doğu Prusya’dan Batı Almanya’ya gelen mültecilerdi. Baba SS üyesi eski bir Naziydi ve alkolik bir otorite figürüydü. Sonunda terk etti onları ve anne yeniden evlendi ama üvey baba da tam bir zorbaydı. Sonunda annesi de evdeki karışıklıktan onu sorumlu tutarak evden attı. Böylece Marianne, ergenliği sokakta karşıladı ve çok kötü zamanlar geçirdi. Bu süreçte, henüz 16 yaşındayken hamile kaldı. Kendisi de çocuktu ve bir bebeğin sorumluluğunu üstlenemedi, evlatlık verdi. Lisedeki son yıllarında, bu kez 18 yaşındayken yeniden bir arkadaşından hamile kaldı ve yine aynı güvencesiz yaşam içindeydi. Üstelik bebeği doğurmadan kısa bir süre önce tecavüze uğradı ve dengesi iyice bozuldu; çocuğun babası da onu terk edince boşluğa düştü ve yine bebeğini evlatlık verdi. Böylece sonradan mahkemede aleyhine kullanılacak malzemeler birikiyordu.
Anna dünyaya geliyor
Okulu bırakıp garsonluğa başladı ve bu kez barın müdürü Christian Berthold ile daha kalıcı bir ilişki kurabildi. 22 yaşında üçüncü kez hamile kaldığında artık durum farklıydı. Kendini bir çocuğa bakabilecek durumda hissetti ve kızı Anna dünyaya geldi. Aynı gün Marianne, yeni bir hamileliği önlemek için ‘tüp bağlatma’ ameliyatı yaptırdı. Anna artık, Tipasa isimli barın bir parçası, maskotuydu. Marianne paraya ihtiyacı olduğu için işten ayrılamıyor, Anna da oralarda bir yerde herkesin ilgisiyle büyüyordu. Kimisi annesinin onu ihmal ettiğini söylese de, birçok kişi de Anna’nın mutlu bir çocuk olduğunu hatırlıyor.
5 Mayıs 1980’de o zamanlar yedi yaşında olan Anna, annesinin izniyle okula gitmedi. Bir arkadaşını görmek istedi ve bu arada 35 yaşındaki kasap Klaus Grabowski’nin eline düştü. Grabowski, sonradan çocuğa tecavüz etmediğini iddia etti ama çorapla nasıl boğduğunu, kızın cesedini bir kutuya koyup nasıl gömdüğünü ayrıntılarıyla anlattı. Ama akşam, çenesini tutamayıp cinayeti anlattığı kız arkadaşı polise gidince yakalandı ve tutuklandı.
Mağdur hedef tahtasında
Mahkeme süreci tek kelimeyle berbattı! Marianne, toplumun standartlarına göre iki çocuğunu evlatlık vermiş, üçüncüsünü barda büyüten ‘kötü’ bir anneydi. Daha kötüsü, Grabowski, suçtan kurtulmak için Anna’yı hedefe koydu. Kendisinin masum olduğunu, tersine 7 yaşındaki Anna’nın kendisine ‘dokunduğunu’ ve ‘anneme söylerim’ tehdidiyle şantaj yaptığını, bu yüzden paniğe kapılıp onu öldürdüğünü iddia etti.
Bu, Marianne için bardağı taşıran son damlaydı. Sonradan “Kızım hakkında daha fazla hakaret dinlemek istemiyordum” diyecekti.
6 Mart 1981 günü mahkeme salonuna Baretta bir tabancayla geldi ve sanık sırasında oturan Grabowski’nin sırtına 8 el ateş etti. Sonra, sakince silahı görevli memurlara verdi ve “Yüzüne bakarak vurmak istedim ama maalesef sırtından vurdum. Umarım ölmüştür” dedi.
Marianne’nin yargılaması 2 Mart 1983’e kadar sürdü ve Alman toplumu ikiye bölündü. Kadınlardan oluşan büyük çoğunluk onu haklı bulurken, bir kesim de “kendi kendine adalet’in yanlış olduğunu savunuyordu. Bu arada Grabowski’nin daha önce iki küçük çocuğu istismardan sabıkalı olduğu, 1976’da kimyasal kastrasyona tabi tutulduğu, ancak daha sonra mahkemeyi de ikna edip kastrasyonu tersine çevirmek için hormon tedavisi gördüğü ortaya çıktı ve bu büyük öfke yarattı.
Sonunda mahkeme, olağandan daha esnek davranarak ona 6 yıl verdi. Marianne, 3 yıl yattıktan sonra çıktı, arada masraflarını karşılamak için hikâyesini Stern’e sattı. Sonra Almanya’da kalmadı. 1985’te evlenip önce Nijerya’ya, oradan da Sicilya’ya taşındı. Kansere yakalanınca da Almanya’ya döndü. 17 Eylül 1996’da 46 yaşında pankreas kanserinden öldü. Lübeck’teki bir mezarlıkta kızı Anna’nın yanına defnedildi.
Tartışma hiç bitmedi ama. Özellikle Grabowski’yi vurmaya o anda mı karar verdiği sorusu çok konuşuldu. Kendisi de bodrumda atış talimi yaptığını reddetmiyordu zaten. Son olarak, ölmeden önce Das Erste TV kanalındaki bir röportajda onu iyice düşündükten sonra, Anna hakkında daha fazla yalan yaymasını önlemek için vurduğunu itiraf etti ve ekledi: “Dönüp bir kez özür dileseydi bunu asla yapamazdım.”
***
Hayat böyle işte… Bazen zor kararlar alırız. Doğru ya da yanlış, bir şey yapmak zorunda hissederiz kendimizi.
Bu, Marianne’nin kararıydı. Onu yargılamak bize düşmüyor sanırım.