Malumunuz olmuştur. 1 Şubat günü, 2022 1 Mayıs’ı Taksim davasının ilk duruşması için Çağlayan Adliyesi’nde idik. ‘L’etat ce moi/Devlet benim’ diyen Fransa kralı ya da Alman Şansölyesi Hitler gibi sarayından yargısına, bakanından kolluğuna toplum karşısında her gücün kendini devlet ilan ettiğinin bir kez daha teyit edildiği fantastik bir mahkemenin sanıklarıydık. Akabinde, hakkımda yakalama kararı olduğu gerekçesiyle savcılığa çıkarılmak üzere nezarete alındım.
Fantastik kelimesi ülke mahkemelerimiz ve hukukumuz söz konusu olunca hiç de sırıtmıyor, öyle değil mi? Hatta hemen hepimizin zihinlerinde olabileceklere dair türlü hikayeler canlanıveriyordur da. Öyle ki, yaşadığımız memleket ahvali baştan ayağı fantastik durum ve olgularla yüklü. Düşünsenize, adliyeye kendi ayağınızla gidip duruşmanıza katılmışsınız; akabinde ise yüksek güvenlikli özel asayiş kolluklarıyla donatılmış adliyede kaçma şüpheniz olduğu gerekçesiyle kilit altına alınmışsınız.
Bu yan yana dizdiğim kelimeler bile ülkemizin klişesi. Zannımca hiçbir haber değeri de taşımıyor. Hele ki biz devrimciler açısından. Elbette asla sıradanlaştırmamalı, üzerimize boca edilen keyfi şiddeti normalleştirmemeliyiz.
Ne var ki, gözaltı, tutuklama, yargılamalar, baskı, şiddet, işkence çoğu zaman bizim ‘olağan mesaimiz.’ O yüzdendir ki, karşı karşıya kaldıklarımıza pek de şaşırmıyoruz. Yadırgamıyoruz da. Ondan olacak, nezarete doğru yürürken ‘Bari kitabımı yanıma almama müsaade etseler’ diyordu düşünce baloncuğum. Çantamda Menekşe Toprak’ın Dejavu’su vardı. Suat Derviş’i kitabının merkezine oturtan tarihten günümüze sıçramalı zaman geçişkenliğinde anlatılmış etkileyici bir biyografik roman. Tavsiye ederim.
O arada okuduğum satırlar, 1942 1 Mayıs’ından 2020 1 Mayıs’ına Şişli Eşref Efendi Sokağı’na doğru bir zaman-mekân ikiliğine doğru götürüvermişti beni. Ardı ardına dolaştığım paragraflar 1 Mayıs’ı, yasakları, ülkede sıkıştığımız kapanı Suat Derviş’in yaşamından genç bir kadının dünyasına karışan sorgulamalar ve hayal kırıklıklarıyla dile döküyordu. Ne tuhaf, tıpkı elime aldığım kitaba atfen, bugünün sabahında ben de 1 Mayıs’ın neden yasaklanamayacağının savunmasını yapıyordum, öyle değil mi? ‘Adalet mülkün temelidir’ yazan mahkeme salonunda, kapitalist devlette mülkiyet hakkının kutsallığını anımsayarak.
Peki ya şimdi neyle suçlanıyordum? Acaba nasıl bir dosya ile çıkacaklardı karşıma? Hangi terörizm başlığı altında soruşturulacaktım? Şapkadan hangi örgütçükler çıkartılıverecekti ya da acaba? Kim bilir? Ne çıkarsa bahtımıza deyip gülümsüyordum. Bekleyip görecektik.
Ne de olsa alışmıştık. Öyle ya, çok uzun zamandır fiili bir olağanüstü hâl rejimi altında olağanüstülüğün olağanlaştığı bir düşman hukuku ile yürütülüyordu işler.
Esasında kavramsal olarak yargı organının burjuva devletin tarihsel gelişimi içerisinde edindiği görece bağımsız alanını ortadan kaldırarak ‘hukuk’un, geçici ya da kalıcı bir şekilde iktidar lehine askıya alınması durumu ile ifade edilirdi olağanüstü hâl. Ülke tarihimiz aynı zamanda bir olağanüstü haller tarihi de malum. Tarihsel hafızalarımızdaki deneyim kadar güncel tanıklarımızla da pekâlâ bildiğimiz gibi.
Devlet krizi koşullarının derinleştiği bir iklimde yaşıyoruz bugün bu tanıklıkları. Devletin kurumsal işleyişini sarsan ve zorlayan 15 Temmuz darbe girişimi, devleti yek vücut, her şeye ve herkese hâkim bir güç simgesi olmaktan çıkartarak krize soktu.
Derinleşen krizi kendi lehine çevirebilmenin türlü formasyonlarını hayata geçiren siyasi iktidar, FETÖ ile mücadele adı altında ivedilikle OHAL ilan etmişti hatırlarsanız. 18 Temmuz 2018’de sona erene kadar yedi defa uzatılmıştı OHAL. Ancak olağanüstülük hali kalıcılaştı. Kendi ifadeleriyle ‘Allah’ın bir lütfu’ idi zira bu süreç.
Mücadele ettiklerini söyledikleri FETÖ şöyle bir kenarda duruversin, değişim isteyen toplumsal güçlere açılan savaşın ilanı olmuştu esasında OHAL. KHK’lar, hak örgütlerinin kapatılması, toplantı, gösteri, örgütlenme ve ifade özgürlüğünün adım adım tırpanlanışı…
Gece yarısı çıkarılıverilen ve adına devletin bekası dedikleri kanun hükmünde kararnamelerle ülke yönetilmeye başlanacaktı artık.
Darbenin de çarpan etkisiyle ülkeyi büyük bir çatışma ortamına doğru sürükledikçe sürüklediler. Savaş konseptine dayanan çoklu çatışma ortamının başarısı hedefi ile faşizmin kurumsallaşması adımlarını hızlandırdılar. Kendi çıkarları bunu gerektiriyordu zira.
Devletin bütün imkân ve yetkilerini sonuna kadar kullanarak iktidar koalisyonu pratiği ile devleti iktidarın yerine ikame ettiler. Ellerindeki baskı olanağını kendilerine karşı kartopu misali büyüyen halk güçlerini tasfiye etmek için serbestçe kullanmanın yollarını döşediler. Sosyalistler, devrimciler, yurtseverler, demokratlar öcüleştirilerek, mümkünse devletin kontrolünde rehin alınarak etkisizleştirilmeli, korku iklimi şok zirveleri ile tahkim edilmeli idi. Ve elbet faşizmin karşısında baraj oluşturan toplumsal güçler mutlak surette tasfiye edilmeliydi. Özellikle de faşizmin inşası karşısında en diri canlı ve güçlü muhalefeti oluşturan Kürtler ve kadınların başı ezilmeliydi. İmanlarını buradan tazelediler ve faşizm için ne gerekiyorsa onu yaptılar. Torba operasyonlar, kumpas davaları, komplolar ne ararsan. HDP’ye yönelik tasfiye niteliğinde sistematik saldırılar, kayyumlar, vekilliklerin düşürülmesi, HDP kapatılsın kampanyaları… 25 Kasım ve 8 Martlara yönelik devlet ablukası. LGBTİ+ lobisi kampanyaları. Aile elden gidiyor yasal düzemeleri… İşte bizim rengarenk fantastik suçlarımız.
Olağan koşullarda, hukuki anlamda içeriği bomboş, elle tutulacak bir yanı olmayan operasyon dalgaları, siyasi bir karar alınarak yukarıdan verilen bir talimatla yapılıyordu.
Şapkadan te-rö-re’ler çıkarılıyordu sizin anlayacağınız.
İşte bir kez daha şapkadan ne çıkacak diye meraklandığım bir komplo, geliyorum diyordu.
Savcılığa çıkarılmadan evvel önüme koyulan dosya ile nihayet ‘suçumu’ öğrenmiştim.
Yasal bir parti olan Toplumsal Özgürlük Partisi’nin (TÖP) sözcülüğünü yürüten ben, terör örgütü üye ve propagandası yapmakla suçlanıyordum. TÖP için bu yeni bir şey değildi elbette.
Defalarca çeşitli gömlekler giydirilmeye çalışılan partimiz, kapsamlı ve ama içi bomboş bir dosya hazırlığı ile illegalize edilmek isteniyordu.
Üstelik bunu yaparken genç kadınların mücadelesi hedef tahtasına oturtuluyor, kadın kurtuluş mücadelesi TÖP ve kuruculuğunu yapmaktan onur duyduğum Kampüs Cadıları mücadelesi şahsında suç ilan ediliyordu. Kadınların özgürlük yürüyüşü cadı avı operasyonu kapsamına alınmak isteniyordu. Emekçinin partisi olduğu kadar gençlerin ve kadınların partisi olarak cisimleşen partimize had bildirilmek isteniyordu.
Talimatlı yargı eliyle suç işlenerek sosyalist partilere yönelmeleri tesadüfi değil. Söz konusu operasyonel kumpas davaları yönelimi salt TÖP’e yönelik de değil. İktidar karşısındaki tüm güçler hedefte. Ve öyle anlaşılıyor ki, bu yönelim siyasi iktidarın seçim kampanyasının önemli bir parçası olacak.