Bütün boş inançlarında, asıl hakikate dokunan bir şeyler vardı. Çağlar öncesinin o komik söylenceleri artık güldürmüyor, şüphe ve korku içinde kıvrandıran anımsamalara dönüşüyor. Gerçeği biz değil onlar bilmiş, çok önceden derinliğini indikleri bilinmezlikleri onlar kavramış. Birkaç yüzyıl öncesinin “düz dünya” inancına yüz buruşturulabilir, ama kesin kanıtlara yaslı alaycı tarihsel göndermeye rağmen bugün tam da kıyısına gelip durduğunda, her şeyin fazlasıyla düz olduğunu göreni bir titremedir alıyor. Bir tepsinin tozlu kenarına sürttükten sonra, vaktiyle ruhunu havalandıran tüm o yüksek fikirleriyle birlikte insanın içine düştüğü tek şeyin yalnızca karanlık ve sonsuz boşluk olduğunu anlamak çaresiz bırakıyor. Şimdilerde alay edebiliriz, ama Hintliler binlerce yıl önceden gerçeği biliyordu; dünya bir öküzün boynuzları üstündeydi. Şen düşünce ve derin bilim sevecenlikle başımızı okşayıp geçebilir, ama işte bugün gözü kan ve hırs bürümüş bir tek ahmak başını salladığında biliriz ki, yeryüzünün herhangi bir köşesini salgınlar depremler, kasırgalar alıyordur.
Eğlenilebilir saflıklarıyla, ama eski Mısır bilgeliğinden nasıl şüphe edilir? Dünya, uzunca bir kutudan başka neydi ki! Zalimin biri kapağını kapattığından beri, kare biçimli karanlık geceden fazlası mıydı bu dipsiz kuyu? Çarptığımızda gülümseten bir başka düşünceye göre dünyanın içi boştu. Gözümüzün önünde, insanın içini kimsenin hayal edemeyeceği kadar acıyla dolduran ıssız bir görüntü uzanmıyor mu? Bu yaygın inanışa göre su, okyanuslarda bulunan bazı deliklerden dünyanın içine doğru akar ve çok uzaklarda bir başka delikten yeniden yeryüzüne çıkardı. Müstehzi bir tebessüm yoklayabilir çehreyi, ama tam da bu anda mideye oturan o kaskatı yumru da neyin nesi? Onca güzelleme, şu bomboş küreyi yalandan başka neyle doldurabilir? Tüm o iyimser öğreti dümdüz, anlamsız ve saçma olanı neyle giydirsin şimdi? Küçümseyebiliriz, ama “doğru olan onlar, yanlış olan bizmişiz” duygusu neden terk etmez içimizi öyleyse?
İstediğimiz kadar alay edelim, binlerce yıl önceki insanın yanılgısında, “farkında olmadan” doğruya değen ve sonuçta gerçeğe ulaştıran bir şeyler vardı. İstediğimiz kadar göklere çıkaralım, binlerce yıl sonra bugün “farkında olduğumuz yanılgıda” gerçeğe ulaştıran hiçbir şey yok. Hassas aletleriyle dünyanın derinliklerine inen bugünkü bilgimizin, bir zamanlar girdaplarla karşılaştığında, dünyanın diplerine, boşluk ve hiçliğe doğru hayal gücüyle inebilen denizcinin bilgisinden daha derin ve mükemmel olabileceğini kim söyleyebilir? Bu kasıntılı övünme, ancak şimdiki bomboş insanın kibriyle açıklanabilir. Eşsiz insan aklının bugün eriştiği olağanüstü yükseklik, yeryüzüne ve gökyüzüne hâkim olmak isteyen birkaç kötü yürekli ve sığ ruhlunun hükmetme ihtirasının doyurulmasına, geriye kalan her şeyin de yok oluşuna çıkmıyor mu? Boşluğu ve hiçliği görüp dehşete kapılan mı, her şeyi bilip yeri ve göğü milimine inceleyip bugün mutlak bir gamsızlığa, tam bir duygusuzluk ve akılsızlığa vuran mı gerçeğe yakın?
Her türlü deneyimden anlam çıkarabilme yeteneği olan insandan, her türlü deneyimin sonunda anlamsızlığı bulup çıkaran insana varıldı. Sabit, düz ve içi boş olan dünya bilgisinden, hareketli, karmaşık ve dolu dolu bir dünya bilgisine doğru bir yücelme! İlkinde deneyim, korku ve anlamı keşfederek ilerledi; ikincisinde bilgi, yalan ve kayıtsızlığı çağırmak üzere geriledi. Gülünç ve çocuksu bulunan insanda yaşanmışlık gerçek ve nesnel dünyayla kurulu bir ilişkiye işaret ederken, ötekinde sanrılar eşliğinde eşyanın egemenliğini çağıran ve sonuçta bütün çabası kendi varlığının inkarına ve bu inkarın övgüsüne çıkan steril teslimiyetin kutsanmasına. Kendini bulmak isteyen insan çağından, birkaç yabanılın boyunduruğunda kendi kendini yok etmek isteyen tuhaf bir canlı türüne “yükselenlerin” dünyasına. İçi bomboş olan bu küreyi, varlığı hiçten de öte bu çağcıl canlı türünü gördükten sonra asıl şimdi iman etmeli kırık öküz boynuzlarına ve her şeyi olduğu gibi gören yarı çıplak çocuğun çağlar ötesine büyümüş bakışlarına. O her şeyin inancıydı, bizse hiçbir şeyin bilgisi.