Ayrımcılık ve asimilasyon her dönemde periyodik şekli ile devam ettirildi. Bu durum halen daha devam ettirilerek bir halkın kültürünü, dilini yozlaştırma politikaları geliştirilerek, sivil ve demokratik kültür birikimine engel olmak istenmektedir
Fırat Alan Ayıldız*
Musa Anter otobiyografi şekillindeki “Hatıralarım” adlı kitabında; 1943 yılında Dicle Talebe Yurdu müdürlüğü yaparken bir anısını paylaşır. Musa Anter bir gün Dicle Talebe Yurdu’ndayken, yurdu polisler basar ve tekme tokat döverek kendisini gözaltına alırlar. Karakola götürülen Musa Anter’e Siyasi Şube’den (1. Şube) görevli polis, “Radyonuz ve pikabınız yok mu?” diye sorar. Musa Anter, “var” cevabını verir. Bunun üzerine polis, “ulan it oğlu it, bu kadar Türkçe plak varken ne bok yemeye yurtta Kürtçe ıslık çalıyorsunuz?” der.
Mahkemeye çıkarılan Musa Anter savunmasında Kürtçe şarkı söylemediğini, sadece ıslık çaldığını söylese de, mahkeme başkanı, olmayan bir dilde şarkı söylenmeyeceği imasında bulunarak, “hepi topu 20 sesten oluşan bir şeye dil denilemez zaten” der. Bunun üzerine Musa Anter, “Çocukken dinlediğim tavuklar bile 20’den fazla ses çıkarıyordu hakim bey… bizim tavuk kadar da mı beynimiz yok” cevabını verir. Nihayetinde mahkeme Musa Anter’e Kürtçe ıslık çaldığını gerekçe göstererek hapis cezası verir ve Musa Anter’i hapishaneye gönderir.
Musa Anter’in başından geçenler ilk ve son değildi. Ayrımcılık ve asimilasyon her dönemde periyodik şekli ile devam ettirildi. Bu durum halen daha devam ettirilerek bir halkın kültürünü, dilini yozlaştırma politikaları geliştirilerek, sivil ve demokratik kültür birikimine engel olmak istenmektedir. Musa Anter anısını anlatırken sonunda şunu söyler: “Bugünkü gençler nereden nereye geldiğimizi bilmezler.” Biz de bu yazımızda nereden nereye gelindiğini hatırlatmak adına kısaca dil yasağının sanata olan etkisi ve Kürt sanatçıların yaşamış olduğu siyasi baskılara değinmeye çalışacağız.
82 darbesi ile beraber Kürt diline ve kültürüne dönük yasaklamalar sanki suçmuş gibi lanse edilerek dile yönelik çeşitli yasalar çıkartıldı. 2932 sayılı yasayla Türkçe dışında herhangi bir başka dil kullanmak yasaklandı. İnkar politikası devreye sokuldu, değil Kürtçe bir sanatsal faaliyette bulunmak; konuşulması dahi yasaklandı. O döneme tanıklık edenlerin şu sözleri söylediğine şahit olmuşsunuzdur. “Kısıtlı imkanlarla bulduğumuz ve dinlediğimiz Kürtçe müzik kasetlerini görmesinler, duymasınlar diye toprağın altına gömerdik”. Dönemin sanatçılarından Şivan Perwer, Ayşe Şan, Nizamettin Ariç gibi isimler baskı atmosferi içerisinde müzikal faaliyetlerini icra edemediklerinden dolayı memleketlerini terk etmek zorunda kalmışlardı. Coğrafyasından koparılan sanatçılar, ülkede Kürtçe yayın yasak olduğundan dolayı dinleyicilerine sesini duyurmak amacıyla başta “Erivan Radyosu” olmak üzere “Bağdat Radyosu” ve “Tahran Radyosu” ile halkla temas etme fırsatını yakalamışlardı. Avrupa Birliği müzakereleri sürecinin başlaması ile beraber 1991’de Kürtçe konuşmayı, Kürtçe şarkı söylemeyi yasaklayan ve faşizmi aratmayan bu yasa yürürlükten kaldırıldı. Yasa kaldırıldı ancak yasak, toplumsal yaşamda olağan bir hal almış gibi devam ettirildi. Kürt sanatçılar üzerinde büyük baskılar sürdürüldü. Kürt sanatçı Ahmet Kaya, 1999 yılında Kürtçe şarkı söyleyeceğini ve klip çekeceğini açıklaması üzerine ırkçı söylemlerin hedefi haline gelerek linçe maruz kaldı. Ahmet Kaya aleyhinde ırkçı bir kampanya başlatıldı ve bundan dolayı hayatının son iki yılını sürgünde geçirmek zorunda kaldı. Siyasi atmosfere bağlı olarak halk nezdinde tanınan ve sevilen birçok sanatçıya keyfi uygulamalarla otosansür uygulanmış ve bunun sonucunda sanatlarını icra edemediklerinden dolayı Avrupa’ya gitmek zorunda bırakılmıştır.
Bugüne geldiğimizde durumun pek de farklılaştığı söylenemez. Özellikle OHAL dönemiyle beraber idari işlemlerle iktidarın kendine uygun hukuku yaratma girişimi müzisyenleri, tiyatrocuları, sinemacıları daha doğrusu yasakla homojenleştirme anlayışı, kültür sanat etkinliklerinde uğraş veren herkesin kapısını tekrardan çaldı. Etkinlikler, idarenin mülki amirliği tarafından “kamu güvenliği” gerekçe gösterilerek yasaklanmaktadır. Özellikle geçtiğimiz yılda Kürtçe konser ve tiyatro yasakları kamuoyunun gündemine girdi. Bu kapsamda Aynur Doğan’ın Kocaeli Derince’de, Metin Kahraman ve Kemal Kahraman’ın Muş’ta, Mem Ararat’ın Bursa’da yapacağı konserler “kamu güvenliği” gerekçe gösterilerek yasaklanmıştır. Newroz, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ve bazı etkinliklerde sahne alacak sanatçılar rutin bir işlemmiş gibi gözaltına alınıp çeşitli suçlamalar isnat edilerek kendilerine gözdağı verilmek istenmektedir. Gelinen süreci değerlendirdiğimizde sosyal ve kamusal alanda Kürtçe’ye yönelik kriminalize etme girişimleri özellikle kamusal alanda Kürt dilini örgütsel bir dil olarak lanse ederek “bilinmeyen dil”, “X dil”, “yasak dil”, “yasak müzik” tabirlerini kullanmanın etkisi ile sanatçının eserlerini ifade biçimine ve dillerine müdahale edilerek sansür uygulandığını görmekteyiz. Sanatçının; düşünme, üretme, yaratıcılığının sınırlarını keşfetme, o sınırlarda ortaya çıkan sanat eserini korkmadan, çekinmeden sunabilme özgürlüğüne sahip olması gerekmektedir. Zira sanatçı bu temelde topluma; sevgiyi, saygıyı, estetiği, güzelliği, aşkı, güzel olan ne varsa, yaşamın güzelliği ile beraber toplumun duygularına dokunmayı amaçlar. Diğer bir yönü ile sanatçı tabiattaki eksikliği onarıp iyileştirmek üzerine üretmektedir. Halkın müziğini susturmaya dönük uygulamalar, toplumun acısını, hafızasını ve kimliğini yok saymaya dönük yöntemlerdir. Stranbêj Aram Tîgran: “Dünyaya bir daha gelirsem, ne kadar tank, tüfek ve silah varsa hepsini eritip saz, cümbüş ve zurna yapıp sonra halka dağıtacağım” demişti. Aram Tîgran’nın sözlerini hatırlayarak kültürel birikimimiz olan kilamlarımıza, stranlarımıza, dengbêjlerimizin mirasına ve her şeyden önce dilimize tarihin bize yüklemiş olduğu misyon çerçevesinde sahip çıkmalı ve bu zenginliği gelecek kuşaklara aktarmalıyız.
*Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) İstanbul Şube üyesi