Geçenlerde EYT’lilerle ilgili Saray tarafından yapılan düzenleme, başlıkta yer alan konu üzerine düşünme egzersizine vesile oldu.
EYT’lilerle ilgili açıklama yapılır yapılmaz Edirne cezaevinde tutulan HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, siyasi müdahale aracı haline getirdiği twitlerinden birini daha attı.
Demirtaş mücadele veren EYT’leri kutluyor, bu sonucun mücadele ile alındığını vurguluyordu. Bizim iki gulyabaninin gayet iyi seçilmiş, içlerini dışlarına vuran fotoğraflarıyla yayınlanan twit jet hızıyla, iktidar kararına neden olan siyasi özneyi işaret ediyordu. Öte yandan etki alanı içinde iktidarın hamlesini boşa çıkaracak bir adım da atıyordu. Duvarların ardından mücadele edenlerle mutabakat kuruyordu.
Eş zamanlı olarak düzen içi muhalefet ve ağırlıkla bu muhalefetin temsilini üstlenmiş muhalif kanallar EYT kararını iktidarın seçim hamlesi diye yorumladılar, Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği sorunu iktidarın çözmek zorunda kalmasına vurgu yaptılar, spikerlerin yüzlerine kondurdukları o külyutmaz ifadeyle.
Diyelim ki, iktidarın kararında bu olgular da etkili olsun. Hatta ağırlıklı neden bu olsun. Bilmediğim İngilizceyle diyesim var. So what? Ne olmuş yani? Dili siyasi öznelere seslenen bir yerden kurmak siyasi bir tercihtir ve kuru gerçekten daha fazla hayalin ve arzunun hüküm sürdüğü bir alana işaret eder. Dilimizden düşürmediğimiz hakikat de böyle ortaya çıkar. Çünkü hakikat hiçbir zaman kuru gerçekle aynı şey olmamıştır, onu arzuyla, hayalle, hatta yalanla savunmak gerekir.
Düzen muhalefetinin burada vurguyu mücadele edenlere değil, seçim oyunlarına ve Kılıçdaroğlu faktörüne bağlaması aslında halkı hiçbir zaman siyasi özne olarak görmedikleri, görmek de istemediklerini açıkça ortaya koyuyor. Bilmediğimiz bir şey değil, evet, ama bu konuda kafa yormak faydalı olur.
Çünkü vaadin dili ve arzunun dili arasındaki fark tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Düzenin dili ile devrimci mücadelenin dili tam da bu noktada farklılaşıyor. Dil, birlikte eylemeye çağırmanın, siyasi öznelere seslenmenin ve böylelikle ezilenler ve yoksullarla onca baskıya rağmen tek adam rejimine teslim olmayanlarla bir mutabakata dönüştüğü ölçüde devrimci niteliğini kazanıyor, karmaşıklığına, kavramlara rağmen anlaşılır oluyor. Ki solun dili hiçbir zaman basit olmamıştır, basit dil sağın dilidir. Çünkü sağ varoluşu zenginleştirmeye, potansiyele, birlikte değiştirecek öznelere değil, en ilkel güdülere seslenir.
Yıllardır bazı toplantılarda, çağrı ya da bildirilerimizdeki dili halkın anlayamadığı, halbuki basit anlatılsa anlayacakları gibi, (kusura bakılmasın), “geyiklerle” karşılaşırım. Dilin daha basit olunca anlaşılır olacağını savunan, çoğu eski solcu bu zatların zihinlerine yuvalanmış kolaycılık, küçümseme, kendini muktedir, bilinçli, diğerlerini cahil olarak görme hali, ne kadar kınansa yeridir.
Halbuki anlaşılmaz olan kelimeler değildir, anlaşmayı zorlaştıran mutabakatın kaybedilmiş olmasıdır.
Seksen öncesinde siyasi çalışma yaptığımız Çin Çin Bağları’nda yerden bitme gecekonduların duvarlarında neredeyse bir kitabın sayfalarındaki her şeyin aktarıldığı yazılar görürdüm. Bunlar slogan değildi, mesela birisinde, bizim kuşağın iyi bileceği “Üç Dünya Teorisi” uzun uzun anlatılmıştı. Gecekondunun bütün duvarını kaplıyordu. Her seferinde bir dostumla karşılaşmış gibi durup seyrederdim o evciği. Duvardakini anlamak için teoriyi bilmeye ihtiyaç yoktu, kelimelerin önemi de yoktu. Oraya yansıyan dil, halkın siyasi özneler olarak var olduğu ortak bir mücadelenin diliydi. Yazılmamış ve imzalanmamış bir mutabakattı. Elle tutulamıyor fakat her şeyi belirliyordu. O yazıyı yazan, aklından bir an bile bunu kimse anlamaz, diye geçirmemişti. Hatta size söyleyeyim, duysa en çok da duvar şaşardı bu işe.
Hâlâ anayasasıyla yönetildiğimiz 12 Eylül askeri darbesinin, sayıları yüz bini aşmayan siyasi kadrolara değil özne olmuş, varoluşunu değişime açmış, durduğu yerden ayrılmış halka yapıldığını, düzenin esas tehlikeyi, yani özne olmuş halkı hedef aldığını daha öncede ifade etmiştim.
Siyasi öznelerin sessiz mutabakatına dayanan, bilinç taşımaya değil birlikte öğrenmeye, birbirinden beslenmeye ve birlikte değiştirmeye yönelen, ÇÜNKÜ YÖNELMEK ZORUNDA KALAN bu siyasi mücadelenin en çok canlı tutulması gereken yanı budur.
Arzunun dili bu mutabakatın, vaadin dili ise kendini muktedir olarak görmenin dilidir. Vaat, insanların mevcut durumunu koruyacağı, değişmeyeceği varsayımına dayanır. İktidar olunduğunda vaatler gerçekleşecektir. İnsanlar edilgen konumdadır.
Arzunun dilinde seslenen, çağrıyı yapan dışardan gelen değil, varoluştaki değişikliğin ya da değişebilme potansiyelinin sesidir. Bir bütünün sesidir.
O zaman her kelime tanıdık hale gelir. Anlam, yabancı görünen kavramlara rağmen bu ortak varoluştan doğar. Bir zamanlar sağlanabilmiş bu mutabakatın, birlikte kurulan arzunun dilinin tanığı olan duvarlar, anayasayı ilgaya teşebbüsten, sınıf diktatörlüğü kurmaya heveslenmekten falan yıkıldı. Fakat, ne mutlu ki, birçok farklı işaretten, duvarların, bunun da önlemini taa baştan aldıkları görüyoruz.
Not: Konuyla ilgili bir okuma önerisi: Bir Başka Devrim-Serhat Celal Birdal-İletişim Yayınları