Her gün her şeye zam üstüne zam yapılıyor. Ekonomik kriz halkın yaşam koşullarını hızla kötüleştiriyor. İşçiler, emekçiler, emekliler, dar gelirliler ve yoksulluk sınırında yaşayan milyonlar için hayat çekilmez hale geliyor. Çünkü krizin faturası halka kesiliyor. İktidar ve yandaşları ne kadar çaba gösterseler de, önümüzdeki süreç ekonomik, sosyal ve politik durumun daha kötüye gittiğini gösteriyor. IMF raporları ise sadece Türkiye’de değil önümüzdeki süreçte bütün dünyada ekonomik, sosyal ve politik durumun kötüleşeceğini yazıyor. İktidarın “kriz miriz yok, tepkiler psikolojiktir” söylemine karşın, enflasyon eylül ayında 6.30 oranında artarak önceki yılın aynı ayına göre yüzde 24.52’ye yükseldi. Ekonomistlere göre yıl sonu enflasyonu yüzde 30’u geçecek. İşsizlik yüzde 20’lere çıkacak.
Kriz dönemleri, zam, zulüm ve tahakkümün daha yoğun olarak yaşandığı zamanlardır. Zam, bir şeyin fiyatının artırılmasıdır. Fiyatlar arttıkça hayat pahalılaşıyor. Hayat pahalılığı ve işsizlik, başta işçi ve emekçiler olmak üzere tüm halk kesimlerini etkiliyor. Zulmü bu ülkede tüm halk kesimleri bilir. Herkes hayatında birçok kez siyasal iktidarların, yerel egemenlerin, egemen ulus ve devletin zulmü ile yüz yüze gelmiştir. “Baskı, zorbalık ve hükmetme” demek olan tahakküm ise çok yönlü ve çok amaçlı bir kavramdır.
Dini tahakkümden etnik tahakküme, cinsel tahakkümden sınıfsal tahakküme, parti tahakkümünden lider tahakkümüne kadar geniş bir boyutta uygulanıyor. Kitlelerin, günlük yaşamda ağırlığını her gün daha fazla hissettiği kriz ekonomik kriz dönemlerinde sol ve sosyalist harekette geçerli olan bir zafiyet var. “Ekonomik krizlerin politik krizlere yol açacağı ve bunun da siyasette yeni imkanlar yaratacağı” beklentisi, adeta hiçbir şey yapmama ve gelişmelere seyirci kalma gibi bir durum yaratıyor. Oysa Türkiye gerçeğinde her kriz politik krize dönüşmüyor ve çoğu kez bir iktidar değişikliğine de yol açmıyor. Üstelik iktidarlar milliyetçi ve mukaddesatçı söylemlerle krizleri fırsata dönüştürerek faturayı halka çıkarıyor.
Ancak kriz durumlarında iktidarların ekonomik ve sosyal politikalarına karşı işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin göstereceği tepkiler, siyasette yeni imkanlar ve seçenekler yaratabilme potansiyeli taşıyor. Başka bir deyişle sınıfsal ve kitlesel bir karşı duruş, iktidarların halk kitleleri nezdinde teşhir edilmesini ve hatta geri atmasını sağlıyor. Bu bağlamda yaşanmakta olan ve giderek daha da derinleşeceği öngörülen krizin yarattığı zamlara hayat pahalılığına ve işsizliğe karşı birleşik bir mücadelenin yaratılması gereklidir. Bunun için her şeyden önce sınıf ve kitle hareketin dinamizmine, gücüne ve yaratıcılığına inanılmalıdır. İkincisi, sınıfın ve emekçi kitlelerin etnik, kültürel, inançsal farklılarının ve politik bilinç düzeyinin farkında olunmalıdır.
Üçüncüsü, işçi sınıfı, emekçiler, ezilenler ve dışlananların maddi hayat koşullarından memnum olmadığının bilincinde olarak kitlelere gitmek, onların sorunlarına ortak olmak, başta sendikal faaliyet alanı olmak üzere tüm demokratik güçlerle ortaklaşmaktır. Son olarak, “Diğer ülkelerde olduğu gibi bizde kitleler neden sokağa çıkmıyor” demenin ve kitleleri suçlamanın bir anlamı yok. Krizden milyonlarca insan zarar görüyor ve bir şekilde tepkilerini gösteriyor. Önemli olan değişik biçimlerde ortaya çıkan ve giderek artan tepkilerin tek bir kulvara yığılmasını sağlamaktır.
Demokratik muhalefet odakları zamlarla, hayat pahalılığıyla, işsizlik ve yoksullukla, demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlanmasıyla mücadele için kitleleri harekete geçirecek demokratik araçları/mekanizmaları harekete geçirmelidir. Her gün her saat kitlelere yoksulluk sınırında yaşmalarının bir kader olmadığı anlatılmalıdır. Öncelikle de, afaki söylemler ve kitleleri suçlayıcı tutumlar yerine, pozitif söylemlerle alternatif öneriler geliştirmelidir. Böylelikle somut durumun somut analizi ile ortaya konulacak yeni bir mücadele hattı, başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere kitlelerinin krizin faturasını ödememe ve itiraz etme hakkı mücadelesine dönüşecektir.