Tecrit altında tutulan beden bir insanın değil, bütün insanlık durumunun ortak ifadesi, onun bütünsel halidir. O aynaya bakan herkes kendini görür
Mehmet Uçar
Bir ömür yetmez
Bahtı teninden yanık bir serencamdı
Bir ömrün bana giydirdikleri
Kaçamadım şerrinden şamarından feleğin
Daha tüysüz bir çocukken dilim dağlandı
Yasaklarla korumaya alındı bütün düşlerim
…
Hicri İzgören
Katletmek üzere Hallacı Mansur’u alıp götürdüler, çevresinde yüz bin kişi toplandı. Gözünü hepsinin üzerinde dolaştırarak, “Hak, Hak, En-el Hak!” diye bağırdı. Derler ki o sırada dervişin biri ona, “Aşk nedir?” diye sordu. “Aşkın ne olduğunu bugün, yarın ve öbür gün göreceksin” dedi. O gün katlettiler, ertesi gün ateşe atıp yaktılar. Üçüncü günse külünü rüzgâra savurdular.
İnsan kül olur, ama kül yokluğun değil varlığın bir parçasıdır. Ölüm hayata dahildir, varlığın dışında bir hal değildir.
Ölümün kendine has bu yüceliği, farklı okumalara dayanabilir. Hallac’ın örneğinde, bir aşk ifadesidir ölüm.
Bubo Taş ve Mehmet Akar da acıdan sonsuz kurtuluş için tecride karşı çağrı, isyanın soylu bir tasviridir.
Tecrit, insanlığın tarihi değil, ortak bugünüdür.
Kürt tarihinin bütün gerçeği, İmralı’da mutlak tecrit ile işkence gören bir bedende ifadesini bulur. Bu duruma bir isyandır Bubo Taş ve Mehmet Akar.
Hayat, acılarla ve kötülüklerle doludur. Bunun aşılması için, acının bir bütünde toplanması gerekir. Tecrit altında tutulan beden bir insanın değil, bütün insanlık durumunun ortak ifadesi, onun bütünsel halidir. O aynaya bakan herkes kendini görür.
Tecride karşı koymak isteyen insan, dünyanın ve hayatın değişmesi gerektiğini hisseder. Değişim içinse, acıların tarif edilmesi gerekir.
“Acı neden vardır?” diye sormak, “Tanrının aklı”yla tartışmaya niyet etmektir.
Ama, “Acı nereden kaynaklanır?” diye sormak, varlık âleminde kaderini kendi eline almanın ilk adımıdır. Bunu hafızamızda bir takılma taşı yaratan iki isimdir Bubo Taş ve Mehmet Akar
Acıyı yaratan, bazen eksiklik, bazen zorluklardır. Eksiklik, parçanın bütünden kopmasıyla oluşur. Direniş bu anlamda bütün için gereklidir. Zorlukları aşmaksa, insan denen varlığın bir bütün olarak varoluş gayretinin parçasıdır.
Bilim, “nasıl” diye sorar. Felsefe ise “neden” diye merak eder.
İnsan, “neden” sorusunu sormaktan vazgeçtiği an hakikatten de vazgeçmiş ve aklını örtmüş olur. Nereden geldiğini bilmeyen insan, bu aleme ve kendi varoluşuna kesin bir mana verememekten korkar. “Bilmediğinin farkında olmak” insana mahsustur.
Beyin sahibi diğer canlılar, bir şey bilmediklerinin farkında değildirler. Onların beyni, akıl mertebesine ermemiştir. Bu yüzden varoluşun kendisine dair bir dertleri yoktur. Dert, huzursuzluktur. “Varoluşun kendisi, bilinen alemden ibarettir, başka bir anlamı yoktur” demek, aklımızı tatmin edebilir. Alemle barışık yaşamak için iyidir bu. Ama “bilmediği” şeyi bilmeyi istemek, insani maceranın gizli parçası olmaya devam eder.
“Bilinçli” (aklımız sayesinde bilincinde olduğumuz) varlık aleminden silinmek anlamına gelen ölüm, sonsuzluğa dair merakın sınanacağı son kapı, son umuttur. “Neden” sorusunun vardığı son bilinmez cevaptır. Sır kapısıdır. Fedai ruh da bu yüzden sonsuzluk arayışının bir parçası olur.
Mesela başkaları için ölmeyi göze almak, içimizdeki genlerin kendi soyunu devam ettirme arzusundan bir adım öte bir şeydir. İnsan bilinci, hem varlığı hem de kendisini aşma potansiyeline sahip olduğunu burada gösterir. (Bu kudretin adıdır Bubo Taş ve Mehmet Akar.) “Yok oluşa” atılan son adımın, aslında bu maddi dünya uğruna olduğunu biliriz. Çocukları için ölümü göze alan bir anne, Cumartesi Anneleri, beyaz tülbentli anneler, Xerzan Mezarlığı’ndan kemikleri çalınanlar, zulme karşı direnen bir devrimci ya da Urfa Adliyesi önünde 685 gündür adalet bekleyen Emine Şenyaşar anne veya bu dünyada tecridin son bulması için kendini feda eden aynı maddi dünyanın içindedir. Hepsinin hakikati bu dünyadadır, geride bıraktıklarının daha iyi olması için kendi son adımlarını atarlar. İlham kaynaklarının veya son sözlerinin farklı olması, aynanın diğer yüzüdür. “Ölümün bile peşine düşmekten korktuğu insanlardan” olmak, bir parça ermiş olmalarının armağanıdır. İyi bir dünya için, kendi “varoluşlarını” reddetme cesareti ve arzusu taşırlar. Yokluk ve ölüm, onlara hayatla ilgili sınırsız merak duygusunun vardığı son kapıdır. Ondan sonrası “belki”dir veya belkisizliktir. Çünkü “sonra”nın bilinci tecrübe edilmemiştir. Mümkün olmamıştır. (Şeyh Bedrettin, Varidat adlı eserinde, ölümden sonra dirilişi, hayatın bu dünya içinde “devamı” olarak ifade eder, mekânı “bilinen” bu alemdedir.)
“İnsan aklı o kadar büyüktür ki içine bütün evren sığabiliyor” der Hz. Ali. Bütün kâinatı düşünebilen, ona dair sorular sorup cevaplar arayan aklımız, kendi sınırlarını da bilir.
Bu yüzden rüyalara, ilahi söylemlere, sezgiye veya yeni yaşam için bilimsel yöntemlere başvurur. Akıl, kendi sınırlarını bu sayede aşmaya çalışır.
Hz. Ali’nin sözleri, varlığın bütünü ile bunun gelip somutlandığı insanı birleştirir.
Biz kâinatın ruhundan bir soluk taşıyoruz, varoluşumuz değersiz ve anlamsız değildir, der. Kutsal kitaplar bunu anlatır. Göklerin ve dağların yüklenmek istemediği emaneti insanın yüklenmesinin sırrı, insanın kâinatın ruhunu kendi içinde taşıyabilme ve onu aklına sığdırabilme kudretindedir. Yeter ki bu gücüne er(iş)meyi bilsin.
Bu yüzden Tanrı’nın adıyla başlayan kutsal kitaplar, “İnsan”la biter. Varoluşun bir bütün ve tek olduğunu söyleyen düşünürlerin hareket noktası da budur. Alem, insanın hem yurdu hem gurbetidir. Kainatla başlayıp İnsan’la biten varoluş serüveninin özeti budur. Bu yüzden, insanı Tanrı’ya yaklaştırdığı söylenen kutsal kitaplar, Tanrı’yı da insana yaklaştırmakta, noktayı orada koymaktadır. Kur’an’ın ilk kelimesi “Tanrı” (Allah) son kelimesi ise “İnsan”dır (nas). Hapishane Defterleri’ni yazarken Gramsci’nin “insan ve Tanrı’nın doğasının aynı olduğunu varsayması” da bundandır.
Kâbe (varoluşun özünün ve sırrının sembolü) Mekke’de değil, insanın kendisinde, kalbindedir, diyen Hallac-ı Mansur, kutsalları yıkmıyor, kutsal olanı varlık temelinde inşa etmeye çalışıyordu. Alem kutsaldır ve insan da kutsaldır. Ehl-i kitap olmanın asıl manası ‘ehli kulup’ (kalp insanı) olmaktır. Bu yüzden, hakikati Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değil, kendisinde aramalıydı insan. O insanlardandı Bubo Taş ve Mehmet Akar. Varlığın başlangıcı da sonu da aynı yerdeydi. Hakikat yolculuğu, uzağa değil, yakına bakmaktı. Yolculuk, dışa (bu evrenin dışına/ insan varlığının dışına) değil, içe doğru yol almaktı.
Yaşamın içindeki çelişkiler, onun yıkılmasına değil, insani ve hakiki yanlarının açığa çıkmasına yol açar. Böylece direniş ruhu görünür hale gelir.
Direniş Kürtler için hakikattir, hakikat çokluk ve çokluk zamandır. Zaman ise değişimdir.
Şimdi o değişim için 65’inde Bubo Taş ve 24’ünde Mehmet Akar ruhları ile öncülük ediyor.
Sadece iki yüz yıllık tarihi olan modern şehirlerde insanlar, tedirgin, belirsiz ve ucu açık yaşamlarıyla henüz bu ruhları anlamaya ulaşmış değil.
O ruhlar ki bizlere daha tüysüz bir çocukken dilimiz dağlanmaması için direnmeyi öğretenlerdir.
Yaşadıkları gibi görkemli direnenlere bir kez daha selam olsun.