İstiklal Mahkemelerinden Takrir-i Sükun Yasalarına, Şark Islahat Planlarına değin Cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleştirilmiş birçok uygulama aynı beka kompleksinin acı sonuçları olarak görülmek durumundadır
Cem Şahin
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana beka siyaseti ve onun sonuçları üzerine bir politik tarih inşa etmiştir. Kürtler başta olmak üzere farklı dilde ve kimlikte olan her dinamik beka siyasetinin daimi olumsuz unsurları olarak görülmüş, itiraza bağlı kalkışmalara girişmedikleri sürece ülkenin tali parçaları olarak yaşamalarına izin verilmiştir. Beka siyasetini güncel politik tutumlarının dayanağı haline getirmek isteyen her iktidar oluşumu en başta kullanışlı bir düşman yaratarak kendi krizlerinin müsebbibi olarak kodlamakta, sonrasında ise bu düşmanlaştırma üzerinden ülkenin bütün ilericilerini baskı altında tutmaktadır. İktidar yapıları yönetememe krizlerinin güçlendiği dönemlerde asıl sorumlular olmalarına karşın olası sorgulamaları soğurtmak için düşman belledikleri toplumsal kesimler üzerinden krizi farklı yönlere çekmeye çalışmakta, ‘dış güçler’, ‘beka meselesi’, ‘din istismarı’ vb argümanlarla, oluşan öfkenin adresini olağanca gücüyle çarpıtmaya çabalamaktadır.
Her iktidar kendi sorumluluk alanı içinde olan şeylerin hesabını vermek durumundadır. Lakin dikkat edilirse görülecektir ki kötü sonuçlanan hiçbir toplumsal sorunun hesabı kolay kolay kabul edilmemekte, ya da çeşitli manipülatif tekniklerle yanlış bir kulvara çekilerek unutulması sağlanmaktadır. Toplumun hesap sorma bilincini çeşitli denetim mekanizmalarını devreye sokarak engellemeye çalışan iktidar yürütücüleri beka bahanesiyle en ufak hak talebini dahi polisiye önlemlerle bertaraf etmektedir. Beka kompleksi bir ülkenin toprak bütünlüğü sorunu üzerinden problemleştirilerek Türkiye halklarının ve ezilen sınıflarının yok edilmesi projesinin de meşru zemini olarak görülmüştür.
İstiklal Mahkemelerinden Takrir-i Sükun Yasalarına, Şark Islahat Planlarına değin Cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleştirilmiş birçok uygulama aynı beka kompleksinin acı sonuçları olarak görülmek durumundadır. Osmanlı’dan bu yana ülke çıkarları için diğer halk kesimleri üzerinden gerçekleştirilen beka hareketleri sonucu birçok politik lider ya idam edilmiş ya da sürgün edilmek durumunda bırakılmıştır. Yakın tarihte Koçgiri İsyanı liderleri Alişer Bey ve Zarife Hanım haklı karşı çıkışlarından dolayı devlet tarafından katledilmiş, Dersim 38 İsyanı’nın bastırılması neticesinde ise Pir Seyid Rıza ve yoldaşları idam edilmiştir. Cumhuriyetin kuruluşu öncesi Mustafa Suphi ve yoldaşları Kemalist diktatörlük tarafından Karadeniz’de öldürülmüş, beka siyasetinin önünde engel oluşturulacağı düşünülen herkes Cumhuriyetin kuruluşu öncesi yok edilmiştir.
Günümüzde de muhalif kesimlerin etkisiz kılınması için hala en kullanışlı aparat beka söylemidir. En çok bundan ötürü iktidar çoklu krizlerini yönetmek için beka siyasetine uygun bir dil inşa etmek durumunda kalmaktadır. Bu dili inşa edeceği mecra ise hiç şüphesiz ki medya ve diğer iletişim kanallarıdır. İktidar bu alanları kendi lehine uygun bir pozisyona evrilterek hem toplumu beka üzerinden gerçekleştireceği operasyonlara ikna ediyor, hem de yeni linç kampanyaları başlatarak beka anlayışlarına uygun olmayan herkesi hedef tahtasına oturtuyor. Ülke bekası söz konusu olduğunda devletin bütün kurumları seferber ediliyor, burjuva muhalefet dahil devletçi uygarlıktan payını alan herkes aynı söylem üzerinden konsolide edilerek kontrol altına alınıyor. İktidar yapıları kendi siyasal ömürlerinin sonuna yaklaştıklarını hissettikleri her dönemde bu planını koşulsuz işletir ve sonuç almaya çalışırlar.
Beka bahaneleri ile devreye sokulan kaos planları doğru işletilir ise iktidar cephesine olumlu geri dönüşler olarak yansımakta, kurgu edilen kaos planları üzerinden elde edilen kazanımlar iktidar kliklerine daha otoriter bir zemin sunmaktadır. Çok değil bundan yaklaşık 7 yıl önce dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu Ankara Gar patlamasından sonra ‘Oylarımız Arttı’ şeklindeki açıklamalarıyla devletin bekasının ne tür yöntemlerle kurtulacağının formülünü ifşa edivermiştir. O günden sonra kullanışlılığı çok iyi test edilmiş olacak ki beka adı altında türlü savaş ve baskı politikalarıyla yönetici sınıflar kendilerini aklamaya uygun her tutumu öncelikli hedef olarak belirlemekte bir beis görmediler.
Bugünlerde Erdoğan’ın şefliğinde yürütülen savaş stratejileri hem devletin yayılmacı politikalarına hem de açlık, yoksulluk, hayat pahalılığı ve daha birçok sosyal sorunu unutturmak ve seçime giderken elini güçlendirmek adına dört elle sarılan olanaklar haline getirilmiştir. Kendi ülke topraklarına herhangi bir tehdit oluşturmayan topraklar dahi savaş siyasetinin nesnesi kılınmış, ülke içindeki bütün ezilen kesimler savaş bahanesi ile hizaya çekilmiştir. Güvenlikçi politikaların oluşturduğu yükün halkın daha çok yoksullaşmasıyla sonuçlanacağı bilinmesine karşın kendi bekaları uğruna yoksul halklar başta olmak üzere herkesi savaşın sorgulanamaz olduğu gerçeğine ikna etmeyen çalışan mevcut iktidar, barış isteyenlerin sesini elinde geldiğince kısmaya çalışmaktan öte bir pozisyon almamakta ısrarcı gibi duruyor.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ülkenin çoklu dinamiklerine kapalı bir şekilde tasarlanan tekçi devlet yapılanması gelinen noktada bütün dezavantajlı grupların ezilmesi pahasına bir savaş yürütüyor. Fakat artık ülkenin barış içinde yaşamasının temel koşulu yanlış oluşturulmuş cumhuriyet yapısının demokratikleşmesinden geçmektedir. Milliyetçi, asimilasyoncu ve tekçiliğe dayanan zorba iktidarların son bulmasıyla mümkün olacak toplumsal barış düşü için daha fazla direnilen bir dönemden geçmekteyiz. Bu direnişi örgütleyecek güçler ise başta işçi sınıfı olmak üzere ülkenin ezilen bütün katmanlarıdır. Çözüm ise ezilenlerin kendi kendini yöneteceği bir dünyada ısrarcı olmaktan geçmektedir. Bundandır hem sesimizi hem de sözümüzü daha gür bir şekilde haykırmamız gereken zamanlardayız.