Eskide kalmış bir an bazen çok uzun sürüyor. Değiştirdikleri de değiştiremedikleri de upuzun kalıyor. Artık uzak bir yangın gibi ancak bakılıyor. Bazı anların canı çıkmıyor, can alıyor. Bir miras gibi, bir kader gibi kuşaklar boyu sürüyor. Bitimsiz bir yankı, dilden dile dolaşan bir acı.
Soy, çağ, masal, akıbet, yorulmadan sürdüğü için bunca rezalet, bu kadar felaket. Sırları dökülmüş aynaları düşünüyorum. Gördüklerini pul pul döktüğü için bu kadar kadim; öykünmemek imkânsız. Dünyanın sırları da dökülsün diye bir nasihat, bir vaat, olmadı bir dua lazım ağızlarımıza. Ezberlerden firar, engellerden azat olmaktır denilen koca bir şerh var dünyanın orta yerinde ve tarihte.
Afili bir sesleniş, içten bir dokunuş, teğet geçtiği her yerin kuytusunda durur, belki bir gün duyulur. İhmal edilmiş hayalleri yeniden anımsamak, hatırlanmayan rüyaları yine çağırmak gerekiyor. Ötede duran, beride kalanın gözlerinin içine bakıyor. Ondan bu habis ruhların her yerde duruşu ve onulmaz arzusu.
Yitirmenin ihtişamı görülmüyor ve tamah edilmiyor, çok yazık. Vazgeçmenin asaleti, koyvermenin cüreti bu yaşamdan kovulalı çok oldu. Artık her yerde umut tabelası ve onun gösterdiği rızanın yönü. Kahır gelmesin de ne yapsın, diye bir tek yol önümüzde kendini gösteriyor.
Bazı günler derdest edilmiştir. İşte o günlerde ne yapılsa, ne edilse hiçbir işe yaramaz. Bozulmuş bir yiyecek, aksamış bir makine, ne kadar serzeniş varsa, hepsine sağır kalır. Sonu önceden bilinen ne varsa hiçbirine yeltenmemeli ya da başlangıçtan kaçmalı, sonuna kadar gidilmemeli.
Çorak bir dünya dönüp duruyor. Baka baka günler sayılıyor, hesaplar kuruluyor. Aslında herkesin bir eşiği var ve o eşik dünyayı insanın etrafında döndürüyor. Başlangıçlar, yıldönümleri ona göre, zamanda iz bırakarak şekilleniyor. Evet, herkesin bir kendine göre, bir de dünyaya göre bir haritası, bazı akşamları ve bazı günleri oluyor. İnsanın zamanın içine gizlediği sırları burada başlıyor, kendisiyle bitiyor.
İnsanın çizgileri, kırışıklıkları, hisleri ve kuyuları var; bir de çölleri var kimselerin serabını göremediği. İnsan vaha, insan nokta, insan zerre, insan noksan, insan var, insan yok; bir sıfata binlerce eza yükü. Her birine yetişme telaşı, hepsinden kaçma korkusu, birine yakalanma kâbusu. Sürüp duruyor ve sürüklüyor hepsini yavaş yavaş, tane tane ve narin.
Tutkusunu unutmuş bir yaşayış, umursadığını terk eden bir uyanış. Bir bela gibi, bir veba misali kehanetini her daim hatırlatıyor. Suyun çatlağını araması, bir ağacın kökünün kendine yeni bir bahçe araması, bir başka yerde yeniden boy verme vesilesi; hepsi de kendine göre ve kendisi için ne kadar da inandırıcı.
Cazip gelen hevesler, duymak istenen sesler, taklitlerine şüphesiz sadık. Bir bakış bir yakarışa benziyor. Bir ağız başkasının cümlelerini sıralıyor. Zaten her şey sıraya dizildiği için sıradanlaşıyor. Sır nerede, kimindi, ne içindi, neye yarardı gibi sorular cevabına ihanet edeli çok oldu. Ölen çok şey olduğu için, olmayan çok şey yaşıyor.
Son nefesi beklemek, umutlara bel bağlamak insanı da bağlar. Kopmak, düşmek veya unutulmak. İşte bu bir yorulmuş rüyadır, hafızlardan silinmiş bir cezadır. Sonsuz yakalanmak, süresiz aramak kalsın bize, yeter. Bağ dediğimiz, düğümünü unutup kör uzamıştır. Bize baş başa kalmak, sonra da başkalaşmak lazım. Metamorfoz elbette tökezler, yine de kaçınılmaz bir adımdır ve adımızdır henüz çağrılmamış olan.
Haftanın kitap önerisi: Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı / Çeviren: Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları