Yazının başlığı hemen Oğuz Atay’ı anımsatacak. Türkçe’nin büyük yazarlarından Atay, oyun olgusunu hem içerik, hem biçim olarak edebiyatının merkezine koyar.
Ancak yazacaklarımın ne onun tek tiyatro eseri olan “Oyunlarla Yaşayanlar” ne de başlığa koyduğum “Tehlikeli Oyunlar”la ilgisi var. Benim sözünü edeceğim oyun, politik bir oyun ve tehlikeli kısmı dünyayı yıkıma uğratanları, egemenleri ilgilendiriyor.
Oyun bahsine girince devasa bir külliyatla didişmek kaçınılmaz oluyor. Edebiyattan tiyatroya, felsefeye, dil felsefesine, psikoterapiden sosyolojiye, pedagojiye oyun kavramının merkezi bir noktaya konulmadığı alan yok gibi. Üstelik pek çok anlama gelen kaygan bir kavram oyun.
Aman ha, beni Oğuz Atay’ın hayattan kaçmak için kendisini oyunlar yazıp oynamaya adayan Coşkun Ermiş karakteriyle karıştırmayın. Yine eşinden ayrıldıktan sonra gecekonduya taşınıp oyunlar kurgulayan Tehlikeli Oyunlar’ın Hikmet Benol’u ile de yakından uzaktan ilgim yok.
Ancak eserin büyüklüğünü yadsımadan, seksen yenilgisinden sonra Oğuz Atay kitaplarının kapışılmasına dikkat ettiğimi de geçerken söyleyeyim.
Edebiyatçı olarak metni dil oyunlarından ibaret görmem.
Kurmacada, özelikle fantezide gerçek dışı, hayal, oyun ve düş, bizzat oyun, düş olma karakterini bile gerçek dünyayla ilintisinden alır. Her hayal, kurmaca bir hakikate sırtını dayar.
Düşle gerçek, oyunla yaşananlar bütünlüklü bir yapıya sahiptir. Dil, düşünce ve varoluş arasında doğrudan denmese de moda tabirle müthiş bir iltisak olduğuna inanıyorum.
Dünyanın anlamı olmadığından, dünyanın bir oyun alanı, her şeyin oyun olduğundan, herkesin üstünde anlaşabileceği bir gerçek olmadığından dem vuran külliyata, onca okumama rağmen, teorik donanımdan ziyade, bu alengirli yaklaşımlardan zarar görecek olanın sonunda yoksullar ve ezilenler olacağına dair temel solcu içgüdümle uzak dururum. Politik metinlerde, savaş ve katliamla sarsılan coğrafyalara ilişkin yazılarda geçen büyük oyuncu, yeni oyuncu vb. kavramları içten bir itirazla karşılarım.
Benim bunlarla ilgisi olmayan oyunumun adı: Biz Olsaydık Ne Yapardık oyunu. Politik faaliyetle birlikte oynanabilecek politik bir oyun. Tabii, bu oyunun da bütün oyunlar gibi bazı kuralları var.
Mesela, Seksen Öncesi’nde aslandık kaplandık diye sızlananlar oynayamaz bu oyunu.
Bu oyunu oynamak isteyenlerin devrimin bizim ulaşamayacağımız bir ufukta değil anda, zamanda yuvalandığını, güncel olduğunu kabul etmesi gerekir.
Bu oyun sanal dünyada oynanmaz, etiyle bedeniyle mücadelenin içinde olmak gerekir.
Sadece görünür olanları görenler bu oyunu oynayamaz. Her insanı olduğu haliyle değil taşıdığı ya da taşıyabileceği potansiyelle görmeyenler bu oyundan uzak dursun.
İnsanları “cahil, koyun, sürü” diye yaftalayanlar bu oyunu oynayamaz.
Bu oyunu oynamak için “insana dair hiçbir şey bize yabancı değildir” düsturunu benimsemek gerekir.
Bu oyunu oynamak için dünyada misafir olmamak gerekir. Sokağı, kenti, ormanı, cümle canlı ve cansızları ile dünyayı onun bütünleşik bir parçası olarak hissetmek, düşünmek, binaların, kentlerin, taşın, toprağın sesini duymak gerekir.
Bu oyunu oynamak için dünyayla ve insanla ilgili olacaksınız ki, öylesine değil, hani tamamen yabancı birinin omzunda saç teli gördüğünüzde uzanıp almak, taşıyamadığı torbaya sarılmak, sırtındaki yükün altına girmek, karşındakine “bir ısırık da sen al” diyebilmek gibi bir şey bu, ağaçların, köpeklerin, kedilerin yanından selamsız sabahsız geçmemek gibi.
Reel politikerler, siyaset madrabazları, inançsızlar uzak dursun bu oyundan.
Oyuna gelince, aslında basit. “Biz Olsak Ne Yapardık” oyunu gündelik hayatta, iriden ufağa, karmaşıktan basite karşılaştığınız her insani, toplumsal durumun hangi mekanizmalarla, hangi politikalarla çözülebileceği konusunda kendini sorumlu tutmaya ve kafa yormaya dayanıyor.
Günün her anında, aklınıza ne gelirse, nerede bulunuyorsanız. Mesela bir göz hastanesine, bir okula, pastaneye, hatta markete gittiğinizde orada çalışanlardan, mekânın düzenlenişine ve işleyişine kadar daha iyi, daha insanca nasıl olabilir, biz nasıl yönetiriz, kimler hangi konumlarda yer alabilir diye ciddi ciddi kafa yormak.
Karşılaştığınız herhangi birine, olası bir düzen değişikliği içinde rol biçmek mesela. AVM’de pantolon satan, giysi katlayan, yanımızdan yerleri süpürerek geçen o insanda geleceğin insanını görmek, onu olanca zenginleşmiş haliyle görmek. Onu masada tartıştığınız yoldaşınız olarak hayal etmek. Nasıl parlayabileceğini hayal etmek.
Düzenin işkence ettiği bir binayı, binanın da fikrini alarak nasıl güzelleştirebileceğimiz, nasıl “kullanabileceğimiz” mesela.
Korkunç suçlar karşısında nasıl adaletli olunabileceğine, nasıl insan kalınabileceğine kafa yormak mesela. O insanın, içinizden gelen bütün itiraza karşın, nasıl yeniden insan olabileceğini düşünmek mesela.
O zaman dünyaya ve insana dair hiçbir şeye yabancı kalamazsınız. Sokaklarda kös kös yürümezsiniz.
Biz Olsak Ne Yapardık oyunu kesintisiz bir devrim egzersizidir. Dünyanın her anına, hayatın her haline sürekli dikkat kesilmek, olan biten her şeyle ilgili kendini birinci derecede sorumlu ve yetkili hissetmektir.
Ben bu oyunu yıllardır oynarım.
Çünkü gördüm, ücra köylerden tekstil fabrikalarına çalışmaya gelen genç kadınların sistemi bir bardak su içer gibi doğallıkla nasıl aşabildiklerini, onlardan nasıl öğrendiğimizi,
Tarlalarda tutulan nöbetleri, grevin birkaç gün içinde bambaşka varlıklara dönüştürdüğü işçileri, her evde, her işyerinde, her mahalle kahvesinde, her sokakta devrimin nasıl mayalanabildiğini,
Ocaktaki yemeğini bırakıp “Mahir, Hüseyin, Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş” diye bağırarak kucağında bebeğiyle panzerin önüne atlayan kadınları,
Metal işçilerinin dünyayı dolaşmak için üç kuruş paralarıyla boş vakitlerinde tekne yaptıklarını,
İnsanların çiçek gibi açtığını gördüm. Kitapların ekmek gibi elden ele dolaştığını.
Gözümün bebeğinde bu insanlık mirasıyla “Biz Olsak Ne Yapardık” oyununu keyifle oynarım yıllardır.