Nagehan Avçil*
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürt halkı, yargılama adı altında egemenlerin baskısı altında tutulmaya çalışılmaktadır. Zira İstiklal Mahkemeleri ile başlayan bu süreç günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Egemenlerin hukukunu elbette Türkiye’deki siyasi yargılamalar ile sınırlamak mümkün değildir. Söz konusu kapitalist modernitenin temsilcilerinin ve sistemin selameti ise uluslararası hukuk kuralları ve bu kuralların uygulayıcıları sebebiyle rahatlıkla devre dışı kalır. Bunun en somut örneği Sayın Abdullah Öcalan hakkında yürütülen yargılamada uluslararası mahkemelerde evrensel hukuk kurallarının işlevsizliğidir. Hukukun toplumsallık üzerinden inşaası ile egemenlerin değil, halkların gerçekliğine uygun düzenlenmesi başlı başına bir çalışma konusuyken, özelde 100 yıllık sürecin değişmeyen tek sonucu bir halkın varlığının yargılanmasıdır.
“Hukukun kendisi uzun vadeli kural ve kurumlara bağlanmış siyasetten başka bir şey değildir” tespitinin pratikte en somut örneği, değişmeyen resmi ideolojinin Kürt halkı üzerindeki hukuk siyasetidir.
Kürt aydını Musa Anter’in bir duruşma sırasında kurduğu, “Sayın hakim; Kürt olmayı ben seçmedim, gücünüz yetiyorsa beni Kürt olarak yaratanı yargılayın” cümlesi 64 yıl öncesinden bugüne ayna tutmakta. O günden bugüne değişen tek şey resmi ideolojin temsilcileri ve revize ettikleri kanun maddeleri olmuştur. Kürt aydını Musa Anter, 1959 yılında 49’lar davası olarak bilinen yargılamada Anter’in Qımıl isimli Kürtçe yazısı yargılama konusu yapılmıştır. Bu dönemde Kürtçe yazı yazmak, Kürtçe ıslık çalmak gibi sebeplerle yargılamalar yürütülmüştür. 64 yıl öncesinde, Musa Anter ve Kürt aydınlarına yöneltilen ‘suçlama’ Kürtçülük yapmak iken, dünden bugüne Kürt halkını yargılama konusunda amaç ve kapsam hep aynı kaldı. 1959 yılında “Kürtçülük yapmak” isnadı ile yürütülen siyasi yargılamalar, bugün silahlı örgüt üyeliği isnadı ile devam etmektedir. 1959 yılında Kürtçe ıslık çalmak, Kürtçülük propagandasıyken, bugün evinde sarı-kırmızı-yeşil puşi bulundurmak silahlı örgüt üyeliği iddiasına dayanak olarak öne sürülmektedir. Bu bahsettiğim olay 2 yıl önce yürütülen bir soruşturmada meydana gelmiş ve soruşturma kapsamında gözaltına alınan Kürt yurttaşlar hakkında savcılık, evlerinde bulunan Kürt aydınları Vedat Aydın ve Musa Anter’in yazıları ile sarı- kırmızı- yeşil puşiyi silahlı örgüt üyeliği suçuna dayanak haline getirmiş, hakimlikten yurttaşların tutuklanmasını talep etmişti. Geçen zamanda Kürt halkının dili, kültürü ve kimliği yargılama konusu yapılmaya devam edildi.
‘Bilinmeyen bir dil’den ‘kriminal bir dil’e geçiş
Yine 2009 yılında Koma Civakên Kurdistanê (KCK) yargılamaları olarak bilinen, Cemaat yapılanmasına mensup savcılarca düzenlenen birçok iddianame ile Kürtlere karşı kumpas davaları yürütüldü. 15 Temmuz sürecinden sonra, kumpas davalarının savcı ve hakimleri Cemaat Örgütlenmesi (FETÖ) üyeliği sebebiyle tutuklanıp mahkum edilirken, iktidarın miras olarak aldığı kumpas dosyalarında yargılamalara devam edildi. Birçok Kürt siyasetçi, özgür basın çalışanı ve yurttaşın yargılandığı davalarda Kürtçe dilinde savunma hakkı tanınmadı. Kürtçe dili duruşma tutanaklarına “bilinmeyen bir dil” olarak geçirildi. 2013 yılında yapılan yasal değişiklikle kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği dilde savunma yapma hakkı kapsamında yasal düzenleye yer verildi. Ancak bu düzenleme de keyfiyetle uygulandı. Kürtçe savunma yapmak isteyen kişilere, “örgütsel tavır” yaklaşımı sergilendi, Kürtçe diline karşı cemaatin geleneğinin mirasçısı olarak devam edildi. Aksi durumlarda dahi Kürtçe savunma hakkı adeta bir lütuf gibi sunuldu. Ergenekon yargılamasını yürüten savcı ve hakimler, FETÖ üyeliği kapsamında iktidar nezdinde mahkum edilmişken, Kürtlere karşı hukuk eliyle kurulan komplolar görmezden gelinmiş ve egemenlerin tek uzlaştığı husus Kürt halkını yargılamak olmuştur.
Örnekleri arttırmak mümkündür. Esas olan pozitif hukuk kurallarının toplumsallıktan uzaklaştıkça meşruiyetini yitireceği gerçekliğidir. Bilge’nin dediği gibi; “gerçeklik verili olanı meşrulaştırmaktır.” Egemenlerin gerçekliği Kürt halkı nezdinde hiçbir meşruiyete sahip olmadı. Egemenlerin paradigması; bir halkı yargılamaksa, direnenler bir halkı savunmak temelinde örgütlenir. Ve tarihin en güzel yerinde son sözü hep direnenler söyler.[1]
*Özgürlük İçin Hukukçular Derneği İstanbul Şubesi Üyesi
[1] Adnan Yücel, Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek