Cüretkâr bir acı yer yer gelip yokluyor, sonra da yerini beğenip bir süre kalıyor. Böyle başlıyor yaşamak, bir zaman öylece çekip gidiyor. Hantal gelecek, şımarık geçmiş, şimdinin orta yerinde kendine yer açıyor. Kayboldukça yerini yoklatan bu sızı, bir telaş ya da bir kaygı rüzgârı estiriyor.
Hırslı bir yara şık bir yasın yerini alıyor. Takas değil, yani anlaşılarak yapılan bir şey hiç değil, bıkmak tamamen. Sonra zaten öyle başlıyor göç, bir daha geri dönülemez yerleri peşinde bırakarak. İzlerin peşinde bir şeyler aranır, hep bir geçmişe dair yansımalar ve yakınlaştırmalar.
Bir bela gibi bazen yaşamak ve yaş almak. Hüneri olmayan, boş beleş dolaşan bir şey, adını kaybettiği için her ses bir çağrı, her sesleniş bir yön. Artık her şeyin bir özeti var, bundandır teselliye sığınmak, var kaldığını ilaç gibi anımsamak.
Hayal adlandırılabilir, kırılabilir, eskiyebilir ve unutulabilir olduğundan, her şeye bir ayna göreviyle davranıyor hayata hatta insana. Kötünün tekrarı, iyinin bıkkınlığı istikrarlı bir tehdit gibi dolaşıyor yaşamın etrafında. Girdiği içeri, kaldığı dışarı bir şeyler söylüyor ama duyanı yok. Yalnızlığın çetrefilli pusulası, böyle bir şey.
Hayıflanan eskiler, gıpta edilen düşler, her biri tek tek ve ayrı ayrı yaralar açabiliyor. Zaten her şeyin bir ihtimalinin olması, herkesin bir cezaevinde kalmasına geçit veriyor. Sıkıldığımız gerçek, varmak istediğimiz hayal hep bir yerlerde bizi gördüğünde el sallıyor. Gel mi diyor, gelemem mi diyor, bilemiyoruz. Bilgimizi sınadığımız, bilmediklerimizi sıraladığımız ne çok şey var.
Hikâye olma olasılığı, hikâye kalma sıradanlığı bir çember ve bir elveda. Kırılgan yanlar, kırılmış taraflar, özenle korunan yerler. Hepsi bize ait ve bizimle beraber. Islak bir zeminde yürümek, kaygan bir yerde yol aramak. Bu da bir şans ve tersine bir kederi ayaklarımızın ucuna getirebilir. Baht ve kader kol kola bizimle karşılaşabilir. Bir de gördük ki bize karışmış da üzerinden yıllar geçmiş ve bir yanımız olmuş.
Sırılsıklam olmuş masallar çünkü gözyaşı da bir pınardır. Kupkuru kalmış efsaneler çünkü akan her şey kurumaya mahkumdur. İnsanın bilinmeyen yarınları, hayvanların yazılmayan tarihi kadar yetimdir. Benzeriz birbirimize ve illaki benzetiriz ne çıkarsa önümüze. Yanımızdan geçenler, arkasında yürüdüğümüz her ne ise veya kimse, değiştiririz kendimize göre. Ama çok ama az fark etmez. Bundandır izlerin yara açması da derman olması da. Korkmamak burada başlar, sakınmak bunun cesareti.
Ödül gibi zulümleri beğenme zamanlarındayız, çürük bir çağın gölgesi tepemizde. Bizi ehlileştirme kıyağı bu ve çoğunluğu tavlamakta mahir. Çıplak vahşeti gösterip, kupkuru ölmeye tamah etmeye zorlayan bir yarış. Zaten hayat oyun olmaktan çıkalı ve birilerinin oyunu olduğundan beri her güne bir vukuat, emsali tarihe gömülü dehşetlerle uyanıyoruz.
Kurtarmak ve kurtulmak herkesi birbirinden ayırmıştı tam da o zaman. Henüz diller ve dinler bunca kanlı bıçaklı olmadan evvel. Eskiden diye başlayan bir hüzün var, eskiyen yani artık gelmeyecek olanın tabelası. Kurutmak diye bir icat tüm zalimlerin gittiği yol olmuş. Bu yüzden yeni, bunlara rağmen yeniden diye diye delirmiş bir aklı dünyaya salmak lazım.
Utanması ve sıkılması asla dile gelmeyecek ama yazılması herkese şifa olacak bir tarihi meşhur etmenin arifesindeyiz. Her gün öyle bir güne gebe. Alkışlayacağız, çağıracağız ve beklemekten sıkılan zamanın adı olacağız. Elbette o gün her günümüzün içinde bir tesadüf, her gecemizin içinde bir fener olacak. Olması gerekeni olduracak bir nefes, olması için bir sefer, günü gelecek, gününü getirecek bir gelecek.
Haftanın kitap önerisi: Friedrich Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu / Çeviren: Mustafa Tüzel, Türkiye İş Bankası Yayınları