Bir çete-mafya organizasyonu olduğunu yapıp ettikleriyle döne döne gösteren ve toplumsal gücü eridikçe eriyen MHP’nin burjuva iktidar koalisyonu içindeki “özgül ağırlığının” hikmeti, tarihsel misyonunda saklıdır. Dahası ısrarla koalisyon ortağı olarak tutulmasının kendisi, tarihsel dönemin ruhunun özeti gibidir. Keza o ve onun gibilerinin varlığı esas olarak böylesine tarihsel dönemeçlerde ihtiyaca dönüşür. MHP’nin daha önce sıkı bir “AKP karşıtı”yken, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından filizlenen “Yenikapı Ruhu”nun organik parçası, mimarı, aklı haline gelmesi tam da bu gerçek içinden anlam kazanır.
O esasında kriz dönemlerinde burjuvazinin şiddetle gereksindiği azami egemenlik ihtiyacının simgesidir. Biçim ve düzey farklılıklarına rağmen dünya genelinde burjuvazinin kolektif eğilimi haline gelen faşist devlet biçimlerinin-rejimlerin inşası ve tahkimatının Türkiye’deki bekçisidir.
Emperyalist kapitalizmin bir türlü aşamadığı, dahası aşması için hareket alanının her açıdan daraldığı bir kriz dönemidir yaşadığımız. MHP’nin misyonu da dünyadaki benzerleri gibi tam da böylesi dönemlere mahsustur. Onlar bu dönemlerde sistemin toplum üzerindeki tahakküm ilişkilerini garanti altına almak için kullandığı/kullanacağı vurucu güçtür.
Keza kapitalist sistem krizini aşma ve kendisini yeniden üretmekte zorlandıkça, dünyanın hemen her yerinde işçi ve emekçiler ayağa kalkıyor. Örgütlü ve öncüsüz de olsa süreklilik kazanan ve İran’da olduğu gibi inatçı bir karakterde seyreden bu isyanların varlığı bile mevcut krizin boyutlarının dışa vurumudur. Bu gerçeklik, MHP gibilerinin misyonlarının anlaşılması açısından yeterlidir.
Fakat bu iş o kadar kolay değil. Keza krizi yönetmek ve toplumsal tahakküm ilişkilerini düzenleme misyonuyla hareket eden rejim, bunları yapamadığı gibi nesnel koşulların da etkisiyle daha da derinleştirdi. Dünyanın çivisinin çıktığı bu koşullarda o da misak-ı millisini genişletme ya da tarihsel korkusu olan Kürt özgürlük arayışını bastırma refleksleriyle kapsamlı saldırılara, işgallere, daha fazla militaristleşmeye yöneldi. Fakat, yapıp ettiği her şey kendisini vuran bir bumeranga dönüştü, dönüşüyor.
Derinleşen kriz, kendi iç çelişkilerini de derinleştirdi. MHP’den kopan parçalar (AKP’den de) bunun ifadesi oldu. Bu kriz döneminde faşist devlet-rejim biçiminin tahkimatının bekçiliği misyonuna sıkı sıkıya bağlı olan MHP, iç krizini ve toplumsal tabanındaki erimeyi kendi yöntemleriyle bastırma yolunu tuttu.
Bu yönelim ilk başta içinden çıkan muhaliflerine şiddet uygulama biçiminde sahneye konuldu. Fakat zemin kayganlaştıkça elinin altında tuttuğu paramiliter güruha yaptırdığı bu işleri daha kanlı biçimlere tırmandıracağı mesajı vermeye başladı. Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı Sinan Ateş’in profesyonel bir organizasyona bile gerek duymayacak pervasızlıkla suikasta uğraması bunun şimdilik ilk örneği oldu.
Bu suikast birçok gerçeğin anlaşılmasında önemli veriler sundu. En başta da faşist iktidar blokunun önümüzdeki seçimlerle meşruiyet kazandırmayı hesapladığı rejim-devlet biçiminin niteliğinin anlaşılması açısından. Bu biçimin bekasını koruması aslında burjuvazinin genel muradıdır. Keza MHP zaten onların bu ihtiyaçlarının berrak temsilcisidir. Bu açıdan da onun korunması için yapıp edeceği her şey sistemin meşruiyeti, bekasının garantilenmesi kapsamındadır.
Gördük ki işçi ve emekçiler nezdinde ciddi bir meşruluk krizi yaşamaya başlayan rejim, bu krizi elinin altında tuttuğu paramiliter güçleri devreye sokmakta tereddüt etmeden bastırma yoluna girebilir. Hem de hiç öyle ince hesaplanmış şekilde de değil, alelade bir işmişçesine yapılan Ateş suikastı nezdinde hem kendi iç ayrık otlarına hem de toplumsal muhalefetin bütününe mesaj salmış oldu.
Fakat sadece bunu görmedik. Rejimin bu paramiliter gücünün torbacılardan toplumun en tortulaşmış diğer kesimlerine, polisten savcıya, milletvekilinden parti merkez yönetimlerine, cihatçılara kadar geniş bir organik ilişki içinde olduğu apaçık hale geldi.
Tüm bu gelişmeler, sistemin restore edilebilirliği ya da “sandıkla gidecekler” retoriğinde olduğu gibi parlamenter yöntemlerle demokratikleştirilebileceği beklentileri yaymanın tarihsel olarak ne kadar tehlikeli olduğunu gösterdi.
Marx, Bonapartizm’e dair analizinde açıkça liberalizmin “otoriterleşme” potansiyeline işaret etmekteydi. Ki o dönemde kapitalizm henüz emperyalizme evrilmemişti. O nedenle o da bu olguya geçici bir gelişme olarak bakmıştı. Ancak 20. yüzyılda burjuva liberalizminin sınıflar arası güç ilişkileri ve sistemin ihtiyaçları temelinde hızla faşist biçimlere evrildiğini yaşadı insanlık. İki savaş arasında faşist rejimler inşa edildi. Büyük kriz dönemlerine mahsus bir olağanüstülükte yaşandı her şey. Günümüzde de bu, olağanüstü dönemlere mahsus bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.
Tam bu noktada Walter Benjamin’in bir sözünü hatırlatmakta yarar var: “Geçmişteki umut kıvılcımını körükleme yeteneğine sahip olacak yegane tarihçi, düşman galip gelirse ölülerin bile güvende olmayacağını kati surette bilendir” der.
Bu olağanüstü dönemde sandığı kurtuluş reçetesi olarak vazedenler aslında “o düşmanın galip gelmeye devam etmesine” kan taşımak dışında bir iş yapmamış olurlar.