Erdoğan, milyonlarca emekçinin zaten kazanılmış hakkı olan emeklilik meselesinin bir bölümünü, seçim derdine düşerek geçenlerde bir şekilde ‘çözmüş’ gibi görünüyor. Aslında sorun, sorun bile değildi bir anlamda. Vatandaş çalışmış, primini ödemiş ama herkesi mezara kadar çalıştırmaya ant içmiş IMF mantığı yaş sınırını yükseltmişti. Mesele başından beri buydu. Erdoğan da şimdi aynı IMF politikasının tersine bir süreç işletmiyor. Bu bir seçim kumarı; tutarsa tutar, tutmazsa batar. Bahçe sulamada ‘karık açmak’ diye bir şey vardır, gelen suyun önüne bir yol açıp bostanın bir bölümüne yönlendirirsin. Ama böylece yönünü değiştirip hızını kestiğin su gelmeye devam eder daha sonra. Dalgaya düşüp yeni karık açmazsan taşar gider su.
Erdoğan, bu kadar büyük bir kitlenin seçim öncesinde ‘yanlış tercih’ yapmalarından ürkerek, bir defalığına bir kapı aralıyor ama belli bir tarihten sonra emekli olmak isteyenler yine mezarlık duvarına kadar uzanan bir yola girecekler ve çok değil birkaç yıl sonra yeni dalgalar gelecek.
Durum böyle şimdilik ve siyasal sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.
Ama bu arada tuhaf bir rüzgâr esti Türkiye’de, daha doğrusu, Türkiye’nin ne kadarını temsil ettiği bilinmeyen sanal medyada. Kendisini ‘liberal’ diye tanımlayan/tanımlamayan ucubik bir kesim, EYT’lileri neredeyse hırsızlıkla ya da asalaklıkla suçlayarak, gencecik yaşında emekli olup ‘âlemlere akan’, ‘beleşten para kazanan’ karikatür tipler yaratıyorlar ve arada bir de “bizim vergilerimizleee” diye başlayan çığlıklar atıyorlar günlerdir. Sanırsın ki, birileri gece bunların yatak odalarına girip cüzdanlarından para aşırıyor! Vatandaş 25 yıl çalışmış, hak kazanmış, umurlarında bile değil.
Bu arada, zaten kimsenin işinden gücünden ayrıldığı yok. Yapılan anketler gösteriyor ki, EYT’lilerin yüzde 70’i çalışmak niyetinde; geriye kalan yüzde 30 da hiç şüpheniz olmasın, hayatın sillesini yedikçe ‘biraz daha’ çalışmaya ‘ikna’ olacaktır; onu ilk maaşı aldıklarında göreceğiz.
Ama mesele bu değil. Mesele, insanları ölünceye kadar çalıştırmak isteyen vahşi bir sistemin bu kadar pervasızca savunulması ve milyonlarca emekçiye ‘sırtımızdan beslenen keneler’ muamelesi yapılması.
***
Bu kadar dar bir yerde meselenin bütününü açmak mümkün değil ama asıl sorun, bu insanların kamu maliyesi denilen şeyi, (tam da Erdoğan gibi!) bir özel şirket kasası olarak düşünmeleri. Böyle olunca, Erdoğan’ın can havliyle yaptığı küçük bir değişiklik bile, ‘şirket muhasebesini zarara uğratan’ bir felaket olarak görünüyor onlara.
Sorun da tam burada zaten. Özellikle 1945’ten sonra kapitalist sistemin reel sosyalizmin baskısı altında ürettiği (ve bu baskı ortadan kalkınca neoliberal politikalarla adım adım yok ettiği) ‘sosyal devlet’ kuramı, ‘zarar’ üzerine kuruludur. Geçtim sosyalizmi filan, batılı anlamıyla şu ‘sosyal devlet’ dedikleri şey, kamu kurumlarının ‘makul ölçülerde zarar etmesi’ne dayanır.
İşin mantığı, aslında hiçbir neoliberal ukalanın anlayamayacağı kadar basittir: Kamu kurumu, sağlıktan enerjiye kadar herhangi bir malı/hizmeti, kamusal altyapıya da dayandığı için özel şirketlerden daha ucuza, hatta bazı alanlarda ücretsiz olarak üretir/sunar. Kamu kurumunun kâr etmek gibi bir görevi yoktur ve olamaz zaten. Dolayısıyla bu üretim, maliyete eşit ya da altındadır. Bu, evet, kamu kurumu ‘zararı’dır ve bu zarar mali bütçeden karşılanır. Hiçbir zaman tam oturmamış olsa da adına ‘sosyal devlet’ dedikleri şey budur.
Bu, -hadi moda deyimi kullanayım- ‘sürdürülebilir’ bir durum mudur?
İsterseniz, evet.
Geçiyorum sosyalizmi, komünizmi filan, bu sistemin sürdürülebilirliği de aslında iki temel değişiklikle çok ama çok kolaydır. Birincisi KDV ve o türden zengine-fakire eşit uygulanan uyduruk vergileri tamamen ortadan kaldırmak; ikincisi, çok kazanandan çok, az kazanandan az ilkesine göre bir gelir vergisi düzeni kurmak. Böylece senin kamu kurumlarına yaptığın destek, emek sömürüsü yoluyla servetini artıran kesimden, toplumun alt kesimlerine kaynak aktarmak anlamına gelir.
Bakın, tarihi geri döndürmek ya da parmağımı uzatıp şimdilerde çoktan çökmüş olan batı türü ‘sosyal devlet’ kavramını işaret etmek gibi bir niyetim yok. Hiç oralarda işim olmaz. Bir sosyalist olarak ben, klasik deyimle üretim araçlarının özel ellerde bir saniye bile kalmasından yana değilim. Yalnızca bir iktisat teorisi olmayan, esasen yeni bir uygarlık düzeyi olarak tanımlanması gereken sosyalizm, kamu-özel ikilemini ortadan kaldırarak kuşkusuz toplumsal mülkiyeti öne çıkarır; insan ilişkilerini de toplumsal özgürlük/toplumsal sorumluluk ekseninde yeniden inşa eder.
Ama diyorum ki, daha oralara varmadan da, şimdi, şu anda bile, eğer gerçekten isterseniz, her şey olağanüstü basittir ve iki adet yasaya bakar: Toplumun en temel ihtiyaçlarının üretim ve dağıtımını kamuya verirsiniz ve bunun yükünün adil biçimde paylaşılması için de vergi düzenini köklü biçimde değiştirirsiniz.
Ha, bunları kamu maliyesinin zarara uğratılması, vergilerimizin çarçur edilmesi olarak görüyor ve zor bela emekli olabilmiş insanlara ‘sırtımızdan geçiniyorlar’ diye çemkiriyorsanız, o zaman da kendinizi ‘Erdoğan muhalifi’ olarak tanımlamaktan vazgeçeceksiniz. Çünkü bu, tam olarak Erdoğan’ın politikasıdır. Daha da ötesi, bu, tam tamına Erdoğan’ın günde beş vakit lanetlediği IMF-DB politikalarıdır aslında. Erdoğan’ın 20 yıldır bu politikaların üstüne koyduğu şey, ailesi ve çevresinin çıkarlarıdır ki, o da bal tutup parmak yalamakla ilgili bir konudur. Bu kadar basit.
***
Bütün bu teferruat bir yana, asıl sorunumuz ise daha geride duruyor: Emekli olduğu halde çalışanı patronlar sevecektir, çünkü sadaka düzeyinde bile olsa evdeki faturaları hiç olmazsa ödemeye yeten bir emekli maaşına sahip olan emekçi, yüksek ücret talepleri öne sürmeyebilecek, belki de aynı işyerinde çalışan sınıf kardeşlerinden bir adım geride durma eğilimi gösterecektir.
Bak bu ciddi bir sorun işte ve ‘beyazları’ değil, tam bizi ilgilendiriyor. Böyle olursa eğer, korkarım ki yük yine emekli olacak kadar yaşayamayan madenciler ve inşaat işçilerinin üstüne binecektir.
Bırakalım isteyen kumda oynamaya devam etsin. Biz bunları daha çok düşünelim.