Toplumsal yaşamda her eğilimin, her tutumun, her üretimin politik bir sonucu vardır. Hatta ‘ben siyasete karışmam’ ifadesi dahi siyasi bir duruşu ifade etmektedir.
Bu düşünceler Emre Öktem ve değerli arkadaşım Mesut Tufan’ın birlikte kotardıkları ‘İstanbul’da çok dilli kitabeler’ adlı çalışmalarını gözden geçirirken takıldı aklıma.
Politika derken, güncel parlamenter siyaset kast ediliyorsa, tabii ki bu ve benzerleri politikanın ötesinde, çok değerli bilgi aktarımlarıdır. Ne var ki hangi bilginin araştırılacağı, inceleneceği ve okura aktarılacağı da başlı başına politik bir tutum alıştır.
Bu anlamıyla, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yayınlanan bu eser de, Cumhuriyet tarihimize damga vurmuş olan inkâr siyasetine karşı bir meydan okuma olarak değerlendirilebilir.
Cumhuriyet hükümetleri, kuruluştan itibaren ulus devlet formatının gereği olarak tek bir dili, Türkçeyi hâkim kılmak adına, ülkedeki tüm diğer dilleri yadsıyan bir siyaseti benimsediler. Söz konusu İstanbul olunca, bir hayli zorlu bir inkâr seferberliği yaşandığını söylemek mümkün. Nitekim kitabın editörleri, sunuş yazılarında İstanbul’un kozmopolit yapısını şehrin binalarına kazınmış kitabelerden yola çıkarak tanımlarken, bir yandan da ülkede hâkim olan çok dilliliği tarihsel örneklerle tanımlamaya girişiyorlar.
Taşa kazınmış her türlü yazı örneğine rastladığımız kitap, tarihe tanıklık eden bu izleri yedi başlık altında sunuyor. İlkinde han ve apartman kitabeleriyle dönemin mimarları hakkında da bilgi sahibi oluyoruz. İkinci bölüm ‘Mezarlıklarda tarihten izler’ başlığı altında farklı din ve mezheplere ait mezarlıklar üzerinden tarih okumaları yapmakta. Üçüncü bölümde kiliseler, sinagoglar ve camilerde rastlanan kitabeler değerlendirilirken, padişahlara atfen, teşekkür metinleri içeren kitabeler de dördüncü bölümü oluşturuyor. ‘Diplomasinin ve kapitülasyonların dilleri’ başlıklı beşinci bölümün ardından okullar ve yetimhaneler de altıncı bölümün konuları arasında. Kitabın son bölümü ise, tam da ara başlıkta belirtildiği üzere, ilginç sürprizlerle dolu.
Egemen aklın yok saymaya, görmezden gelmeye, inkâr etmeye çalıştığı koca bir tarihsel geçmişi, yazılı taşlar üzerinden görünür kılma çabasıyla oldukça net bir politik tutum alışın örneği olan bu çalışmanın amacına ulaştığını söylemek mümkün.
Ne var ki bu saptama tarihi çarpıtmayı ilke edinenlerin söylemlerinde en ufak bir değişime yol açmayacak. Onlar yine Koca Sinan’ın Kayserili bir Ermeni olduğunu her duyduklarında renkten renge girecekler. Dolmabahçe sarayını anlatırken turistlere Ermeni Balyan ailesi yerine İtalyan Balyani adını anlatacaklar. Üstelik bunu yaparken de, elindeki kendi diliyle yazılmış şehir rehberinde doğrusunu okuyan turistin müstehzi bakışlarını büyük bir umursamazlıkla görmezden gelecekler.
Kitabın giriş bölümünde İstanbul’un 150 civarında adının olduğundan bahsediliyor. Doğu Roma’nın başkenti çağlar boyunca farklı dillerde ifadesini bulmuş. Kimi kurucusuna atfen Konstantinapol demiş, kimi aynı anlamı kendi diline uyarlayarak Kostantiniye. Bizans döneminde şehre ticaret için gelip giden, bazen de saldıran Slavlar için Tsarigrad olur, yani ‘Çarın şehri’. Vikinglerin Miklagard dediği şehir, bu günkü adını Yunanca ‘eis ten polinstin’ yani ‘şehre doğru’ ifadesinin değişik bir telaffuzundan alır. Buradan yola çıkıp şehre ‘İslambol’ demek, etimolojik zorlamalarla siyaset üretmenin ilginç bir örneği olabilir sadece.
Bakan, daha doğrusu gören her göze, dokunan her ele etki etmiş bir diyardır İstanbul. Herkes kendi meşrebince almış, aldığından fazlasını da vermiştir bu kente. Sığ bir akılla, binlerce yıllık kültür katmanlarını yok sayarak varsayımsal bir İstanbul tahayyül etmenin ne denli çaresiz bir çırpınış olduğunu anlatan bir eser ortaya koyan Emre Öktem ve Mesut Tufan’ı kutlamak gerek.