İnsanın birkaç dil bilmesi ne güzeldir. Başka dillerde başka insanlarla sohbet etmesi; derdini, sevincini anlatması, başkalarının ne hissettiğini onların sözcüklerinden, onların dilinden dinlemesi, anlaması. Başka dillerde yazılmış hikayeleri, romanları, şiirleri arada bir çevirmen olmadan, yazanın dilinde okuması ve anlaması. Bir dilin vereceği tadı hiçbir şey yaratamaz insan dimağında. Suç ve Ceza’yı Dostoyevski’nin onu, yarattığı dilde okuyabilmenin vereceği hazzı düşünmek bile heyecan verici. Romanın ana karakteri Raskolnikov’un işlediği cinayetle ilgili yaşadığı iç hesaplaşmayı yazarın beyninin kıvrımlarında, ruhunun derinlerinde demlendirdiği Rusçadan okumak… “Dört şaşkın gözümüz için tek bir ormana / birbirine gönülden bağlı iki çocuk için bir kumsala / bizim apaçık duygudaşlığımız için ezgili bir eve, / indirgendiğinde dünya, işte o zaman bulacağım sizi” dizelerini Artur Rimbaud’un o bir nakış gibi işli Fransızcasının ezgisiyle dinlemek. Füruğ’u, Samet Bahrengi’yi Farsçanın ezgisinden; Mahmud Derviş’i, Adonis’i Arapçasının bir çöl ikliminde derin ve serin bir kuyudan çekilmiş suyundan içer gibi yudumlamak.
İnsanın başka diller bilmesi, insandan nasıl başka başka derinliklerde başka başka insanların toplamı kadar çoğaltıyorsa, kendi anadilinde yazamamak, kendi anadilinde yazılmış bir romanı okuyamamak, kendi anadilinde yazılmış hikayelere, şiirlere ulaşmaktan mahrum kalmak insanı başka başka derinliklerde başka başka insanların toplamı kadar eksiltiyor. Ne yaparsam yapayım Kürtçe çoğalamamanın, Kürtçe derinleşememenin, Kürtçe yenilenememenin, eksikliğini, ezikliğini, mahcubiyetini, atamıyorum içimden. Kürtçemde derinleşemedikçe, Türkçemde de sığlaşıyorum. Kürtçe derinleştiremediğim şiirimin her dizesi bir kement gibi boğazını sıkıyor, Türkçede kurduğum dizenin. Kürtçe yazdığım öykülerde kıvrımlarının arasına sızamadığım, katmanları arasında yolculuk yapamadığım her cümlem, Türkçe yazdığım hikayelerin cümlelerinin ayağına takılan bir pranga gibi yerinden kımıldamasına, yolculuğa çıkmasına izin vermiyor sözcüklerimin.
Kendi dilinde derinleşememek, sömürgecinin dilinde yazmak, sömürge yazarının en büyük lanetidir. Bu lanetten kurtulmanın bir tek yolu vardır. Sömürgecinin diliyle arasına mesafe koymak. Sömürgecinin diliyle yazmaktan, okumaktan vazgeçmek. Bu cümleleri bile Türkçe yazmak ne büyük handikap. Oysa ben Türkçeyi seviyorum. Anamın ak sütü gibi helal bana Türkçe yazmak, Türkçe okumak. Türkçede sevdalanmayı, sevdamı Türkçe söylemeyi, yaramı Türkçe sarmayı seviyorum oysa. Türkçe sözcükleri ağzımda, dimağımda demlemeyi, dağarcığımda Türkçe sözcükler biriktirmeyi seviyorum. Peki, bunun, celladına sevdalanmaktan ne farkı var? Türkçeyi, Fransızcayı sevdiğim gibi özgürce, kaygısızca sevebilir miyim? Türkçe, Kürtçemin boynuna bir kement, ayağına bir pranga gibi sarılmışken böyle. Bana bu dille işkence edilmişken bunca, halkım katledilmişken, katledilmekteyken, onuruma bu dille bu kadar saldırılmaktayken. Türkçenin yok ki bir günahı. Bunu biliyorum. Benim dilime saldıranlar, yasaklayanlar, toprağa gömmek isteyenler bunu Türkçe yapıyorlar diye vaz mı geçmeliyim Türkçeden? Türkçeden vazgeçmek olmaz, haksızlık bu. Tamam, ama sömürgecinin dilinden vazgeçmeden, o dille dilinin arasına mesafe koymadan nasıl olacak? Kendi dilinde derinleşememek, sömürgecinin dilinde yazmak, sömürge yazarının en büyük lanetidir. Senin dünyadaki herhangi bir dili sevdiğinin gibi sevdiğin bir dilin, sözcüklerini yaralarına merhem kıldığın bir dilin, sevdanı kuytu sözcüklerinde demlediğin bir dilin, sömürgecinin dili olmasıyla, sömürgecinin seni yok etmek için başvurduğu en etkili silahlardan birine dönüşmesiyle nasıl baş edeceksin?