Hevi Deniz
Yaşam, toplumsal doğa ve evren ikilemlidir, diyalektiktir.
Kadın ve erkek arasındaki ilişkiler anlamlı, doğal, eşit, özgür ve üretken kalabilirse toplumsal doğa ve yaşam da sağlıklı yürür. Birbirini tamamlayan ve birlikte anlamlı olabilen kadın ve erkek doğalarını ayrı ayrı ve birlikte, birbirleri ile etkileşim içinde incelemek, egemen güçlerin ve zihniyetlerinin doğalara geliştirdiği müdahalelerin sebep ve sonuçlarını irdelemek ve buradan çözüm noktalarını oluşturmak kadın biliminin incelediği esas noktalardan biri olmaktadır.
Tüm toplumsal ilişkilerin, çatışmaların ve krizlerin kökeninde kadın ve erkek arasında oluşturulan, krizli ve çatışmalı sürecin olduğunun farkında olmak önemlidir. Krizli yaşam inşa edilmiş toplumsal kadınlık ve erkeklik arasında geliştirilir. İnşa edilen kadınlık kültürü; kadını nesne, zayıf, iradesiz, edilgen, pasif, korunması gereken, aklı kısa, elinin hamuruyla eksik, yarım kalmış erkek ve ikinci cins olarak anlamlandırırken, erkeklik kültürü ise erkeği; özne, kadın ve çocuk da dahil her şeyin sahibi, aklı ve zekâsı yeterli, güçlü, koruyan ve kollayan birinci cins olarak anlamlandırmıştır. Ve tüm toplumsal ilişkiler bu anlamlandırma ve tanımlamaya göre oluşturula gelmiştir.
Hegemonik ve erkek egemenliğine dayalı inşa her iki cinsi eksik bırakmış ve bunun sonucunda hegemonik ilişki doğmuştur. Hegemonik ilişkide, erkeğin egemen kadının köle olarak tanımlandığı ve kabul edildiği ilişkilerde aşk ve sevgi gibi ilişkilerin gerçekleşmesi çok da mümkün görünmemektedir. Çünkü iktidarın olduğu, eşitsiz ilişkiler sevgiyi geliştiremez. Sevgi ve aşk gibi duygular tarafların birbirine denk ve eşit olduğu ilişkilerde gelişebilme, yaşayabilme zemini bulabilir.
İki cins arasındaki toplumsal, politik, kültürel, sanatsal, etik-estetik, ekonomik birçok ilişki düzeyinin nasıl tanımlandığı nasıl düzenlendiği tüm toplumu ilgilendiren konulardır. Anlamlı, özgür ve demokratik yaşamın temeli, bu ilişkilere dair kazanılacak zihniyet, ahlak ve kültürle ilintilidir. Öncelikle verili olan ve öğretiler silsilesiyle inşa edilmiş kadınlık ve erkeklik rollerini, cinsiyetçiliği ve tüm bunların yaşamı, toplumu nasıl krizli hale getirdiğini mevcut erkek egemen eş yaşam ilişkilerinin tanımlarını yapmak ve çözümü bu noktalardan başlatmak gereklidir.
Kadınla erkek arasındaki ilişkiler kavranmadan hiçbir toplumsal sorun ne yeteri kadar tanımlanabilir ne de çözümlenebilir. Toplumsal sorunların beyninde ve kalbinde baş köşeyi işgal eden bu sorunu çözmek anlamlı ve özgür yaşamın başlangıcı olacaktır.
Erkek egemen kültür ve zihniyet öğretileri altında, erkek kadını kendi ezileni, altı, sömürüsü ve mülkü olarak görür. Yine cinsel arzuları da dahil tüm istekleri ve ihtiyaçlarını karşılayacak bir nesne konumuna indirger. Ve sanki tüm bu yaşanılanlar olması gereken, doğal süreçler gibi bir algıyla hareket edilir.
Öğretilen kadınlık yine verili ve geleneksel kadınlık rolleri ve alışkanlıkları da buna eklemlenince kadın ve erkek doğaları birbirine uzaklaşan, yabancılaşan ve egemen köle ilişkilerini yaşamın her anında sürekli yeniden besleyen ve üreten krizli kimliğe dönüşür. Özgür, ilkeli, eşit ve birbiriyle uyumlu yaşamın önünde deyim yerindeyse tuzaklar oluşturan bir tarza dönüşür. Doğru anlaşılmayan, tanımlanamayan, bilinmeyen ve yaşanmayan ilişkiler yumağı, yaşamın başına bela olup yağar her an ve yaşam tüketilir.
Öyleyse yaşamı anlamlı kılmak nasıl mümkün olabilecektir, kadın ve erkek doğaları eşit, özgür ve uyumlu birlikteliği nasıl sağlayabilecektir, soruları çıkıyor karşımıza. Öncelikle zihinsel dönüşümü başlatmak ve erkek aklı, duygusu ve ruhundan arınmak gerekmektedir.
Erkek, kadını öncelikle insan, dost, yaşam eşi ve ruh eşi olarak görebilmelidir. Soy sürdürümünü ve çoğalmayı esas almayan, kadını soy sürdürme aracı olarak gören ve nesneleştiren yaklaşımları aşmak, evrensel insanlık idealine uygun, tüm varlıkların birlikte var olabileceği esasına dayalı simbiyotik ilişkiyi esas alan, ekolojik, demokratik yaşamı önceleyen bir duruş geliştirmek egemen erkekliği aşmanın yolu olabilir.
Kadını metalaştıran “metaların kraliçesi” haline getiren her türlü faydacı yaklaşıma karşı reddediş geliştirebilmelidir. Erkeklere kadın üzerinde her türlü sınırsız hak tanıyan, her türlü şiddeti tasvip eden cinsiyetçi ideolojiye karşı çıkmak ve kendinde ki egemenlikçi yaklaşımları aşmak esas olandır. Cinsiyetçi erkek aklının, kadınla birlikte erkeğe de kaybettirdiğini ve köleleştirdiğinin farkındalığı önemli bir noktadır.
Erkek, kadını iradesizleştirdikçe, ruhunu, duygusunu ve bedenini sömürdükçe kendisini de köleleştirdiğini görebilmeli, anlayabilmelidir. Aslında gündelik ilişkilerimize baktığımızda yaşamın her anında, her toplumsal ilişki de bu izleri görebilmek mümkündür. Sokakta, pazarda, minibüste, okulda, işyerinde nerede olursak olalım, kadını korunması, kollanması, sahip çıkılması gereken zayıf varlıklar olarak tanımlayan, babalık, abilik ve “kocalık” yapan erkek aklı vardır.
Köleliğin olduğu yerde özgürlükten bahsedilemez. Köle kadınla kölece yaşanır, yanlış yaşanır. Egemenlik katında herkes kuldur, köledir ve sonsuz itaat etmesi, bedeni, duygusu ve ruhuyla sürekli kendini sunması, uysallık etmesi gerekendir.
Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanmaz” belirlemesi burada oldukça anlam kazanmaktadır. Doğru yaşam kadınla kurulacak eşitliğe, özgürlüğe ve yaşamı birlikte üretebilecek ve anlama ulaşabilecek bir zihniyetle, duruş ve pratikle mümkün olabilecektir.
Sonuç olarak erkek, iktidar eksenli duruşundan; kadın, içselleştirilmiş, geleneksel kölelik zihniyetinden koptukça özgür birliktelikler ve toplumsallık gelişebilecektir. Kadınla özgür düşünce ve irade etrafında geliştirilecek ilişki yapıcı, geliştirici ve özgürlüğe kapı aralayabilecek ışıktır. Ve kadın etrafında oluşturulacak özgür birliktelik özgür toplumu da oluşturabilecek yoldur.