79. Venedik Film Festivali’nde En İyi Senaryo (Martin McDonagh) ve En İyi Erkek Oyuncu (Colin Farrell) ödüllerini alan The Banshees of İnisherin filmi yılın en iyilerine aday olacak nitelikte. İlk etapta basit ama filmin içine girdikçe çarpıcı ve sarsıcı konusuyla seyirciyi esir almayı başarıyor. Böyle sıradan bir konu nasıl buraya geldi diye üzerinde kafa yorulunca işin içinden çıkılmaz hal alıyor.
Neredeyse sadece erkeklerin yaşadığı, erkek adası diyebileceğimiz İrlanda’nın küçük bir adasıdır filme konu olan mekân. Elbette eşekleri ve inekleri de unutmamak lazım. Filmin o kara mizahı her seferinde çağıran yapısından dolayı ‘erkek adası’ nitelemesi de çok absürt durmaz kanımca. Yoksul insanların yaşadığı adada bir gün Colm (Brendan Gleeson) eski dostu Pâdraic’e (Colin Farrell) artık seni sevmiyorum deyince işler karışır. Zira adanın tek sosyalleşme yeri olan meyhaneye her gün birlikte gidip içen, sohbet eden bu iki iyi arkadaşın aralarının bozulması adadaki diğer yaşayanların da derdi olmaya başlar.
Rutinin dayatması
Sadece erkeklerin takıldığı bu meyhanedeki diğer müşteriler arasında hızla yayılan bu bozuşma hadisesi herkesi gerdiği gibi sonraki hamlenin ne olacağına dair meraklarını da körüklemektedir. Yönetmenin, bu sıradan olayın nasıl bir gerilime sebebiyet verdiğini oyunculardaki tedirgin ruh hallerini son haddeye kadar almayı başarması elbette ki oyuncuların da ödüllük performanslarıyla mümkün oluyor. Günün rutin sıkıcılığında erkeklerin bu kendini bilmez savruluşları adaya bir hareketlilik getirse de seyircinin kafasını başka bir soru meşgul eder; erkekler neden tepkilerini şiddetle dile getirirler? Bu sorunun kaynağı kendiliğinden oluşmuyor tabi ki. Colm’un, bir daha benimle konuşursan bir parmağımı keserim, buna devam edersen her seferinde bir uzvumu keserim, demesiyle oluşuyor.
İnsanlar durup dururken, bir gün, ben değiştim diyebilirler mi? Bunu hissetmek ya da fark etmek neden sonra oluşuyor derseniz, yönetmen sizi bir adaya attıktan sonra hayatınızı sorgulamaya başlıyorsunuz. Geçmişinizde neler yaptığınız ya da daha acısı neleri yapmadığınızı bir iki dakika durup düşünmeniz gerektiğini Colm üzerinden verirken, acı gerçekle karşılaştığınızda ‘hiçbir zaman geç değildir’ diyerek harekete geçmenizi salık verir. Bunu öğütlerken kısırdöngünün insanı nasıl kemirdiğini de işaretlemektedir.
Şiddetin kaynağı yalnızlık korkusu mu?
Arka fonda devam eden 1923 yılındaki İrlanda iç savaşını görmezden gelen ada halkındaki vurdumduymazlığı da bazen kara mizahla bazen trajediye kaçan komedi ve alegoriyle destekleyen filmin yönetmeni McDonagh’ın adayı tasviri, cennetin içinde cehennem gibi. Köprüde karşılaşan iki keçinin inadını hatırlatan konunun açılıp serpilmesinin altında karakterlerin hırsı ve saplantıları yatmaktadır. Benim davam/yolum/derdim/tutkum seninkini döver çatışmasını filmin sonuna kadar tempoyu ve absürtlüğü hiç düşürmeden götürmesi ayrı bir başarı. Bu absürtlüğün içinde de elbette ki bir parça da tekrar barınmaktadır.
Yönetmen, Colm’un Pâdraic’ten gün ve gün uzaklaşması, dostluklarındaki kopuş sonrasında işin içine bağımlılık ve yalnızlığın şiddetini de işlemeye başlıyor. Başkasını (dostumuzu) yalnızlığa iterken ya da yalnızlıkla cezalandırırken aynı cezayı kendimize de kesmiyor muyuz? Yalnızlığımızla baş edemeyişimizin altında bağımlılıklarımız mı var demeye getirerek bunu sorgulamamızı istiyor. Bağımlı olduklarımızdan kopmamız sancılı olabilir, acı verebilir ama bir kişilik, bir karakter kazandırabilir. Kaybınızın büyüklüğü tutkunuzun derinliğiyle ilgili olabilir.
Aidiyetin nabzı
Arkada devam eden savaş üzerinden aidiyeti de gündeme getiren filmin çaprazındaki ait olma duygusunun güçlendiği adres bir kara parçasından çok uzaktadır. Sanatın coşkusunun/estetiğinin/kalıcılığının ve etkileyişinin nabzının attığı yere ait hisseder; bu nabız, kemana can veren parmak uçlarında atmaktadır. Adada erkeklere ayar veren sağduyulu kadın karakter olan Slobhan’ın da (Kerry Condon) adayı terk edişi bir anlamda pamuk ipliğine bağlı olan aidiyeti gösterirken, diğer taraftan ‘erkek adasının’ kendisine bir şey vermediğini söylemektedir.
Muhteşem pastoral görüntüleri, gerginliği destekleyen/çağıran atmosferi ve iyi oyunculuklarıyla The Banshees Of İnisherin’de (İnisherin’in Ölüm Perileri) yönetmen Martin McDonagh ince işçilikli bir işe imza atmış.