Yıllar, acılarla geçip gidiyor. İşte yeni bir yılın arifesindeyiz. Yılların seyir defteri acılarla dolu. Kimbilir kaç mevsim geçti, kaç acının vebali….
Geçen yılın sözcük dağarcığında yine açlık, yoksulluk, haksızlık, adaletsizlik, çatışma, kavga–döğüş eksik olmadı. Acılarla, feryatlarla, çığlıklarla geçen yıllara bir yıl daha eklendi. Hüzne, kedere uyaklıydı sanki bütün mevsimler.
Barıştan, haktan, hukuktan söz edenler hainlikle suçlandı, farklı düşünenler ötekileştirilip kamplaşmalara çanak tutuldu.
Haksızlıklar, adaletsizlikler, baskı ve zulümler görmezlikten geliniyor. Ne bir ses veren var ne de bir nefes. Etraf kor gibi yanıyorken zulmete sessiz bir onay oluyor susmak. Güven, anlayış, dayanışma, paylaşım hak getire.
Her şeyin hızla çürümeye başladığı, duygusal kopuşların, fay hatlarının bir bir kırılıp döküldüğü yerde başlıyor susmak. Ve hız kesmeden devam ediyor zulmet.
Toplumun büyük kesimi kaygılı ama tepkisiz ve kayıtsız. Kayıtsız kalmak iradesini kaybetmek anlamına gelir. Başkalarının güdümünde olmadan kendi kararlarını kendi özgür iradesiyle verebilmek, düşünce varsayımlarını sorgulayabilmek birey olabilmenin olmazsa olmaz özelliklerindendir.
Aksi durum aklını ve iradesini kiraya vermek anlamına gelir. Kayıtsızlık kavramı, bireylerin kişilere, olaylara karşı umursamaz tavır içine girerek ilgisiz kalması olarak tanımlanmaktadır.
Şöyle etrafımıza baktığımızda insanların ekonomik, sosyal, siyasal ve benzeri alanlarda toplumun duyarsızlığını ve tepkisizliğini gözlemek mümkün. İktidarlar bu tür kayıtsız toplumlardan beslenir.
Teorisyenliğiyle olduğu kadar siyasal duruşu ve mücadeleci yanıyla da tanınan İtalyan düşünür Antonio Gramsci bu kayıtsızlığı aklı yıkan bir yazgıcılık olarak tanımlar: “Olup bitenler, herkese eziyet çektiren kötülükler de, bir kahramanlığın sonucunda gelecek olası iyilikler de, hareket halindeki birkaç kişinin inisiyatifinden çok, kitlelerin kayıtsızlığının ve hareketsizliğinin sonucudur. Olup bitenler, az sayıda insan öyle istediği için değil, kitleler sorumluluk almadığı ve oluruna bıraktığı için böyle gerçekleşir… Bir dönemin gidişatı, hareket eden küçük grupların dar görüşleri, anlık ihtiyaçları, hırsları ve kişisel ihtiraslarına göre şekillenir ama çoğunluk bunları görmezden gelir, umursamaz.”
Bilimsellik, doğruları çekinmeden söylemeyi gerektirir. Temel koşul, kalıplar içinde sıkışıp kalmamaktır; yani dogmatik bir tavır içinde olmamaktır. Dogmatik tavır, kişinin kendi doğruları dışına çıkamaması, tartışmanın bilimsellikten uzaklaşması ve kahve sohbetine dönmesi demektir. Eğer kişi kendi görüşlerini, tercihlerini, kabullerini terk etmeye hazır değilse, orada bilimsellikten söz edilemez
Psikoloji, kayıtsızlık olgusuna hayatı anlamlandırma duygusunun kaybı, boşluk ve hiçlik duygusunun büyümesi olarak ele alır. Düşünmeyi ve sorgulamayı sevmeyen yönetimin de arzuladığı tam da bu aldırmayan, umursamayan insan tipidir.
Devlet derinleştikçe halkını da derinleştirdi. Tekçi paradigması toplumda da yansımasını buldu, toplum kendinden olmayana düşman kesildi. İrdelemeyen, sorgulamayan sadece biat eden bir toplum yaratıldı.
Otorite, düşünen, eleştiren ve itiraz eden bireyi sevmez. Körü körüne biat eden onun için makbuldür. Bunun için düzenin devamı için de elindeki tüm aygıtları devreye sokar, tüm yandaş ‘bilgiç’lerini arenaya sürer. Yazılı medyada köşe olmuş köşe yazarları, TV’lerde boy gösteren bilim etiketli bilgiçler ve bilcümle ırkçı tayfa bu cephenin müdavimleri haline getirilmiş durumda. Karşılarına oturtulan subap görevi gören muhalif etiketli de aynı mantalitenin, aynı paradigmanın kafadarları.
Gerçekleri seslendirmeye çalışan bir avuç medya ve gazeteci de yasaklarla, cezalarla susturulmaya çalışılıyor.