2022 yılı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin insan hakları karnesi açısından, tamamıyla kırıklarla dolu geçti. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Anayasasını, iç hukukunu, kabul ettiği uluslararası sözleşmelerin hepsini ihlal etti. 90’ların da çok gerisinde olduğumuz son derece net…
Eren Keskin
2022 yılı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin insan hakları karnesi açısından, tamamıyla kırıklarla dolu geçti. Her şeyden önce kendi iç hukukunu dahi uygulamayan Türkiye Cumhuriyeti devleti, Anayasa’nın 90’ıncı maddesiyle iç hukukun da üzerinde kabul ettiği uluslararası sözleşmelerin hepsini ihlal etti. Kendi imzasına aykırı davranarak kendisini bağıtladığı tüm hak alanlarını gasp etti.
90’lardan beter
Her şeyden önce 2022 yılı, ifade özgürlüğü açısından hiç olmadığı kadar kötü geçti. İnsan hakları savunucuları olarak bizler, insan hakları konusunu konuşurken, hep 90’lar karşılaştırması yaparız; ancak ifade özgürlüğü açısından 90’ların da çok gerisinde olduğumuz son derece net…
İnsanlar, 2022 yılında sadece konuşmaları, yazdıkları yazılar ya da attığı tweetler nedeniyle tutuklandılar. Örneğin 90’larda bu kadar fütursuzca tutuklama kararları verilemezdi. Kişiler hakkında ifadeleri nedeniyle bir soruşturma açılsa dahi, soruşturma sonucunda açılan dava, davanın sonuçlanması hatta davanın Yargıtay’ca onanmasından sonra ancak insanlar cezaevine girerlerdi. Ama şimdi daha ifade vermeye gittiğinizde hakkınızda tutuklama kararları verilebilmekte.
İfade özgürlükleri kısıtlanarak cezaevinde olan birçok arkadaşımız var. Siyasetçiler, aydınlar, yazarlar, insan hakları savunucuları… Bu ifade özgürlüğü ihlallerinin son örnekleri de gazeteciler ve Şebnem Korur Fincancı oldu.
İnsan hakları savunucusu arkadaşımız Şebnem Korur Fincancı, Türkiye Cumhuriyeti devletinin yaptığı operasyonlarda kimyasal silah kullandığı iddiası üzerine, bu iddianın araştırılmasını istediği için tutuklandı. Oysaki aynı nedenle geçtiğimiz günlerde Milli Savunma Bakanı bir açıklama yaparak bu konunun araştırıldığını söyledi. Konu araştırıldıysa, araştırılmaya gerek görüldüyse, bunu istediği için neden Şebnem Korur Fincancı tutuklu? Bunu anlamak mümkün değil!
Aslında Türkiye Cumhuriyeti devleti, gerek kendi iç hukukuyla ifade özgürlüğünü belirlemiş, gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne imza atmış. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 9 ve 10’uncu maddeleri açıkça ifade özgürlüğünü düzenliyor.
Hepimizin bildiği gibi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında, “Bir düşünce şok edici de olsa ifade edilmesi engellenemez” diyor. Ve Türkiye bu nedenle defalarca mahkûm edilmiş olmasına rağmen hala ifade özgürlüğü ihlalleri olanca hızıyla devam ediyor.
Kadına yönelik ihlaller
Yine hepimizin bildiği gibi 2021 yılında Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi tek bir imzayla feshedildi. Oysaki İstanbul Sözleşmesi bizim coğrafyamızda verilen bir mücadelenin sonucunda imzalanmıştı.
Diyarbakır’da evli olduğu erkek tarafından annesi katledilen, kendisi de ağır yararlanan Nahide Opuz, iç hukukun sonuçlanmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru yaptı. Ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Nahide Opuz davasında, Türkiye’yi Nahide’yi ‘aile içi şiddete karşı koruyamadığı için’ mahkum etti.
Bu mahkumiyet kararının ardından, Avrupa Konseyi üye olan tüm devletlere bir çağrı yaparak kadınları aile içi şiddete ve genel olarak şiddete karşı koruyacak bir sözleşme hazırlanmasını istedi. Ve bu sözleşmenin hazırlanmasında coğrafyamızdan kadın hukukçuların büyük bir emeği oldu.
Ve İstanbul sözleşmesi, İstanbul’da imzalanarak Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu sözleşme olarak yürürlüğe girdi. Bu sözleşmeyi imzalayan aynı hükümet, maalesef ki sistem değişikliğinin ardından sadece Cumhurbaşkanı’nın imzasıyla bu sözleşmeyi feshettiğini duyurdu.
İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesinin ardından ve bir de devlet dilindeki sertleşmeyle birlikte kadına yönelik şiddet olaylarında büyük bir artış gözlendi. İşte biz bu nedenle zaten kadına yönelik şiddet politiktir demekteyiz.
Ve tabii son olarak tüm kamuoyunu ilgilendiren ve çok etkileyen 6 yaşındaki bir çocuğun istismarı olayı da bu yıl içinde gündeme geldi. İnsan hakları savunucuları olarak, çocuk istismarına erkek egemen sistemin bir sonucu olarak bakmaktayız. Tek tek bir cemaati ya da başka bir kurumu öne çıkararak bu tartışmanın yapılması çok da sağlıklı değil; bu erkek egemen sistemin bir sonucu.
Yine bizler insan hakları savunucuları olarak, Türkiye’nin Medeni Kanunu’ndaki ve Ceza Kanunu’ndaki birçok maddesinin çocuk istismarı açısından son derece yanlış olduğunu düşünmekteyiz.
Bugün Medeni Kanun’un 124’üncü maddesine göre, 16 yaşındaki bir çocuğun olağanüstü bir hal gerçekleştiyse, hakim kararıyla evlenebileceği yönünde bir hüküm var… Bu tamamen çocuk istismarının aklanmasına yönelik bir madde.
O nedenle de kadına yönelik şiddet de çocuk istismarı da politiktir demekteyiz.
75 maphus yaşamını yitirdi
Bu coğrafyada her zaman dile getirdiğimiz gibi biat etmeyen ve en az %15’i oluşturan bir kesim var. Tüm baskılara rağmen insan hakları mücadelesini devam ettiriyorlar. O nedenle de 2022 yılında da tutunacak tek dalımız, bu umudumuz ve dayanışmamız olmaya devam ediyor
Cezaevlerindeki hak ihlalleri bütün yoğunluğuyla devam etmekte. 2021 yılının İnsan Hakları Haftası’na girişimizde, 10 Aralık günü, Garibe Gezer’in Kandıra Cezaevi’nde yaşamını yitirmesi haberini almıştık.
Garibe Gezer’in yaşamını yitirmesi, cezaevlerinde devam eden izolasyon sistemine karşı belki de bir başkaldırıydı. Sadece Garibe değil, cezaevlerindeki tüm mahpuslar, özellikle siyasi mahpuslar büyük bir izolasyona tabii tutuluyorlar. Hücre sisteminin yanında izolasyon üstü bir izolasyon olarak süngerli oda uygulaması, cezaevindeki mahpusları son derece kötü etkilemekte.
Çok sayıda hasta mahpus var. Tespitlerimize göre 651’i ağır olmak üzere 1517 hasta mahpusun bulunduğu cezaevlerinde, bu hastalıkların hiçbiri Adli Tıp Kurumu tarafından belgelenmiyor. Resmi bir bilirkişi kurumu olan Adli Tıp, ölüm durumundaki hasta mahpuslara ‘cezaevinde kalabilir’ raporu vererek onların belki de cezaevinden ölerek çıkmasına neden oluyor.
Hepimizin bildiği en belirgin örnek, Mehmet Emin Özkan… 84 yaşında artık yürüyemeyecek durumda olan bir hasta mahpusun durumu bile Adli Tıp tarafından belgelenmiyor ve Mehmet Emin Özkan o haliyle cezaevinde yaşamaya devam ediyor.
2022 yılı başından bu yana 75 mahpus yaşamını yitirdi. 34 mahpus hastalıktan vefat etti. 34 mahpustan 5’i de infaz ertelemeden hemen sonra yaşamını yitirdi.
Nefret suçları
LGBTİ+ birey ve kurumlara yönelik devletin en yüksek birimlerinden topluma yayılan nefret söylemi son derece kaygı verici. Özellikle MHP ve AKP ortaklığının, varoluş gerçekliğini hiçe sayarak LGBTİ+ lara karşı bu nefret söylemleri hatta şiddet çağrısı yapan açıklamaları, insan hakları savunucuları olarak bizi büyük bir dehşete düşürmekte. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendi iç hukukunda, Türk Ceza Kanunu’nda 122’inci maddeyle ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14’üncü maddesiyle ayrımcılık yasağını hüküm altına almış. Bütün bunlara rağmen Türkiye Cumhuriyeti devleti ayrımcılık yasağını sürekli ihlal ederek LGBTİ+ lara karşı büyük bir ayrımcı ve nefret dili kullanmakta.
Kadın hareketi ve LGBTİ+ hareketi, büyük baskı altında. Hiçbir sokak gösterisine, kendilerini ifade biçimlerine izin verilmiyor, kadınlar ve LGBTİ+ lara karşı büyük bir devlet şiddeti uygulanıyor.
Onur haftasında 25 Kasım’da, 8 Mart’ta kadınlara ve LGBTİ+ lara yönelik devlet şiddeti kabul edilemez boyutlara ulaştı.
Mültecilere ırkçı yaklaşım
Sığınmacılar açısında da yine son derece zorlu bir süreç yaşandı. Türkiye Cumhuriyeti devletinin sığınmacı politikası da son derece ırkçı ve ayrımcı… Çünkü Türkiye Cumhuriyeti devleti Birleşmiş Milletler Mülteci Hakları Sözleşmesi’ne coğrafi sınırlama getirdi. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Avrupa’dan gelmedikçe hiç kimseye mültecilik hakkı vermiyor.
Bu nedenle de Suriye’den, Afganistan’dan, Irak’tan, İran’dan, Filistin’den gelen sığınmacılar statüsüz bir biçimde bizim coğrafyamızda yaşamaya devam ediyorlar. Bu konuda Avrupa Birliği ile Türkiye anlaşmış durumda. Sığınmacılar üzerinden bir ekonomik çıkar ilişkisi devam ederken, sığınmacılara yönelik nefret söylemi, ırkçı saldırılar son derece artış göstermekte.
Savaş politikaları
Türkiye Cumhuriyeti devleti ekonomik bütçesinin çok büyük bir bölümünü savaşa harcıyor. Bu nedenle de eğitimde ve genel olarak ekonomide büyük hak gaspları yaşanıyor. İnsanlar aç ve susuz kalmış durumdalar adeta… Çocuklar okullarına yiyecek götüremiyorlar. Eğitimde bulunan çocuklar aç kalarak ders görmeye ne yazık ki devam ediyorlar.
Yiyecek, içecek ya da ısınmamızı sağlayacak tüm araçlarda büyük bir fiyat artışı var. Kira artışları bugüne kadar görülmemiş oranda yükselmiş durumda. Gerçekten insanların artık ‘normal’ bir şekilde yaşayacak ekonomik olanakları kalmadı. Ayrıca bütün coğrafyada yaşayan insanlar arasında büyük bir gelir eşitsizliği var.
Ne yazık ki coğrafyamızda gerçek anlamda savaşa karşı çıkış oluşturacak bir muhalefet gerçekliği yok. Bugüne kadar Türkiye’de işçi sınıfının, yaşanan bunca savaş ve çatışmalı ortama rağmen bir gün bile barış için genel grevi başaramamış olması da son derece büyük bir eksiklik.
Coğrafyamızda yaşadığımız temel sorun şu; İktidar ve muhalefet aynı ittihatçı kaynaktan besleniyor. Genel olarak resmi ideolojinin belirlediği ve kırmızı çizgi oluşturduğu konularda, kendilerini iktidar ve muhalefet olarak tanımlayanların bakış açılarında bir farklılık yok.
Gerçek anlamda bir muhalefet yürütmek isteyen kesimler ki bunlar Kürt hareketi, kadın hareketi, LGBTİ+ hareketi, bir kısım sol parti ve sendikaları sayabiliriz. Onlar da büyük bir baskı altında yeterince seslerini çıkaramıyor, kendilerini ifade edemiyorlar.
2022 yılı insan hakları panoramasını düşünecek olursak, yine kötü bir yıl geçirdik. Ama bu coğrafyada her zaman dile getirdiğimiz gibi biat etmeyen ve en az %15’i oluşturan bir kesim var. Tüm baskılara rağmen insan hakları mücadelesini devam ettiriyorlar. O nedenle de 2022 yılında da tutunacak tek dalımız, bu umudumuz ve dayanışmamız olmaya devam ediyor.