Kavita Krishnan[2]
Solun ABD önderliğindeki tek kutuplu düzene karşı ‘çok kutupluluk’ savunuculuğu, aslında dünya çapında otoriterliğin savunusudur. Sol, söyleminin bu tür rejimleri nasıl mümkün kıldığının üzerine düşünmelidir.
Çok kutupluluk, solun uluslararası ilişkiler anlayışına yön veren bir pusuladır. Hindistan’daki ve dünyadaki tüm sol akımlar, emperyalist ABD’nin egemen olduğu tek kutuplu bir dünyaya karşı uzun süredir çok kutuplu bir dünyayı savunuyorlar.
Aynı zamanda çok kutupluluk, küresel faşist ve otoriter rejimlerin ortak dilinin temel taşı haline geldi. Demokrasiye karşı savaşlarını emperyalizme karşı bir savaş olarak süslemeye hizmet eden despotlar için bir toplanma çağrısı oldu. Çok kutupluluğun despotizmi gizlemek ve meşrulaştırmak için konuşlandırılması, uluslararası ilişkilerin anti-emperyalist demokratikleşmesinin hoş bir ifadesi olarak küresel solun çok kutupluluğu onaylamasıyla ölçülemez bir şekilde mümkün olmuştur.
Sol, ulus devletler içindeki veya arasındaki siyasi çatışmalara tepkisini çok kutupluluğu veya tek kutupluluğu onaylamak arasında sıfır toplamlı bir seçenek olarak çerçevelendirerek, en iyi halinde bile her zaman yanıltıcı ve yanlış olan bir kurguyu sürdürüyor. Ancak bu kurgu bugün kesinlikle tehlikelidir. Zira sadece faşistleri ve otoriterleri pohpohlayıcı rollere sokmak için anlatısal ve dramatik bir araç olarak hizmet veriyor.
Solun değerlerden bağımsız birçok kutupluluğa bağlılığının talihsiz sonuçları, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline verdiği yanıt örneğinde çok net bir şekilde gösteriliyor. Küresel ve Hint solu, işgali ABD önderliğindeki tek kutuplu emperyalizme karşı çok kutuplu bir meydan okuma olarak savunarak Rus faşist söylemini meşrulaştırdı ve güçlendirdi.
Faşist olma özgürlüğü
30 Eylül’de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Ukrayna’nın dört vilayetinin yasa dışı ilhakını duyururken, ideolojik çerçevesinde çok kutupluluk ve demokrasinin ne anlama geldiğini dile getiriyordu. Çok kutupluluğu, Batılı seçkinlerin kendi ‘aşağılanmış’ demokrasi ve insan hakları değerlerini evrensel değerler -Batı’daki ve başka yerlerdeki insanların büyük çoğunluğuna “yabancı” değerler- olarak tesis etme girişimlerinden özgürleşme olarak tanımlıyordu.
Putin’in manevrası, kurallara dayalı düzen, demokrasi ve adalet kavramlarının Batı’nın ideolojik ve emperyalist dayatmalarından başka bir şey olmadığını ve diğer ulusların egemenliğini ihlal etmek için bahane olarak hizmet ettiğini ilan etmekti.
Putin, sömürgecilik, emperyalizm, istilalar, işgaller, soykırımlar ve darbeler de dâhil olmak üzere Batı ülkelerinin uzun suç listesine karşı var olan haklı bir öfkeye atıfta bulunurken, bunun adalet ve telafi talep eden bir konuşma olmadığını unutmak kolaydı. Aslında Putin, Batılı hükümetlerin “demokrasi hakkında herhangi bir ahlaki tartışmaya girme ve hatta söz söyleme hakkına” sahip olmadığı şeklindeki apaçık gerçeği öne sürerek insanları ustaca denklemden çıkardı.
Sömürgeleştirilmiş ulusların insanları, özgürlük için savaşan ve savaşmaya devam eden insanlardır. Emperyalist ulusların insanları, demokrasi ve adalet talep etmek, ırkçılığı, savaşları, işgalleri, kendi hükümetleri tarafından işlenen işgalleri protesto etmek için sokaklara çıkıyorlar. Ancak Putin bu insanları desteklemedi.
Bunun yerine Putin, hepsi için avantajlı bir projenin parçası olarak dünyanın her yerindeki “benzer düşünen” güçlere -aşırı sağ, beyaz üstünlüğü yanlısı, ırkçı, anti-feminist, homofobik ve transfobik siyasi hareketler- işgali desteklemeleri için işaret verdi: Evrensel demokrasi ve insan hakları değerlerinin “tek kutuplu hegemonyasını” yıkmak ve “gerçek özgürlüğü, tarihsel bir perspektifi kazanmak”.
Putin, yasaların LGBT bireyleri insanlıktan çıkardığı ve tarihsel olaylara yapılan atıfların “(Rusya’nın) egemenliğini güçlendirmek” adına suç sayıldığı bir Rus “taşra uygarlığı”nın üstünlükçü bir versiyonunu desteklemek için kendi seçtiği bir “tarihsel perspektifi” kullanıyor. Rusya’nın, Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlar tarafından “evrensel olarak” tanımlanan demokratik normları ve uluslararası yasaları inkâr etme ve bunlara karşı gelme özgürlüğünü ileri sürüyor. Putin’in “emperyalist” AB’ye ve Batı’nın tek kutupluluğuna karşı çok kutuplu bir meydan okuma olarak tasarladığı “Avrasya bütünleşmesi” projesi, ancak onun açıkça anti-demokratik ideolojik ve siyasi projesinin bir parçası olarak doğru bir şekilde anlaşılabilir (Büyük Güçler olarak ABD ve Rusya arasındaki rekabetin yönünün, ABD’de Trump ve Rusya’da Putin tarafından temsil edilen ortak siyasi proje tarafından burada karmaşık hale gelmesi başka bir konudur).
Ortak bir dil
“Çok kutupluluk” ve “anti-emperyalizm” dili, Çin’in hiper-milliyetçi totalitarizminde de yankı buluyor.
Şubat ayında, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden kısa bir süre önce, Putin ve Xi tarafından yapılan ortak bir açıklama, evrensel olarak kabul edilen demokrasi ve insan hakları standartlarını, bu terimlerin kültürel olarak bağıntıcı tanımları lehine, ortak bir şekilde reddettiklerini belirtiyordu: “Bir ulus, bu tür biçimleri ve yöntemleri seçebilir. […] geleneklerine ve benzersiz kültürel özelliklerine en uygun demokrasiyi uygulamak […] Devletlerinin demokratik olup olmadığına karar vermek yalnızca ülke halkına kalmıştır.” Açıklamada bu fikirler açıkça “Rus tarafının çok kutuplu bir uluslararası ilişkiler sistemi kurmak için gösterdiği çabalara” atfedildi.
Xi’ye göre özgürlük, demokrasi ve insan hakları gibi “evrensel değerler ABD ve Batı’nın müdahalesiyle” Sovyetler Birliği’nin dağılmasına, Doğu Avrupa’daki köklü değişikliklere, “renkli devrim”e ve “Arap Baharları”na neden olmak için kullanıldı. Yani yaygın olarak kabul edilen insan hakları ve demokrasi talep eden herhangi bir halk hareketi, doğası gereği gayri meşru bir emperyalist renkli devrim olarak muamele görmektedir.
“Sıfır Covid” adına baskıya karşı Çin’de protestocular tarafından dile getirilen evrensel standartlarda bir demokrasi talebi, Çin hükümetinin tercih ettiği kültürel açıdan göreci (rölativist) standartlar ışığında önemlidir. 2021’de “Çin’in Demokrasi, Özgürlük ve İnsan Hakları Yaklaşımı” konulu bir Beyaz Kitap, insan haklarını, dizginlenmemiş hükümet gücünden korunma olarak değil, refah ve faydalar sayesinde “mutluluk” olarak tanımladı. Hükümeti sorgulama, muhalefet etme veya özgürce organize olma haklarını bariz bir şekilde ihmal etti.
“Çin’e özgü” demokrasiyi “iyi yönetişim” ve insan haklarını “mutluluk” olarak tanımlamak, Xi’nin Uygur Müslümanlarına yönelik baskıyı haklı çıkarmasına izin veriyor. İddiasına göre, bu azınlıkları “yeniden eğitmek” ve İslam uygulamalarını “Çin yönelimli” olacak şekilde yeniden biçimlendirmek için toplama kampları “iyi yönetim” ve daha fazla “mutluluk” sağlamıştır.
Hindistan’daki Hindu-üstünlükçü liderlik arasında bile, uygarlık güçlerinin eski emperyalist görkemlerini yeniden savunmak için yeniden yükseleceği ve liberal demokrasinin hegemonyasının sağcı milliyetçi düzenlere yol açacağı “çok kutuplu bir dünya”nın faşist ve otoriter söyleminin güçlü yankıları var.
Rashtriya Swayamsevak Sangh’ın başkanı Mohan Bhagwat ise, hayranlıkla, ABD’ye meydan okuyan “çok kutuplu bir dünyada”, “Çin artık yükseldi. Dünyanın onun hakkında ne düşündüğü umurumda değil. Geçmiş imparatorlarının yayılmacılığı hedefinin peşinde. Aynı şekilde, bu çok kutuplu dünyada Rusya da oyununu oynuyor, Batıyı baskı altına alarak ilerlemeye çalışıyor” dedi.
Başbakan Narendra Modi de Hindistan’ı “demokrasinin anası” ilan ederken bile defalarca insan hakları savunucularını Hindistan karşıtı olmakla suçladı. Bu, Hindistan demokrasisine “batılı” bir mercekten değil, “medeniyet ahlakının” bir parçası olarak bakılmasıyla mümkün oluyor. Hükümet tarafından dağıtılan bir not Hindistan demokrasisini “Hindu kültürü ve medeniyeti”, “Hindu siyaset teorisi”, “Hindu devlet” ve kast ve cinsiyet hiyerarşilerini uygulayan geleneksel (ve genellikle gerici) kast konseyleriyle bağlantı kuruyor.
Bu tür fikirler aynı zamanda Hindu üstünlükçülerini aşırı sağcı ve otoriter güçlerden oluşan küresel bir ağa dâhil etme girişimlerini de yansıtıyor. Rus faşist ideolog Aleksandr Dugin (Putin’e çok benzeyen) “Çok kutupluluk […] her batılı olmayan medeniyetin medeniyet temellerine dönüşü (ve reddini) liberal demokrasi ve insan hakları ideolojisini savunur” diyor.
Bu etki iki yönlü ortaya çıkar. Dugin, sosyal bir model olarak kast hiyerarşisini destekler (Dugin 2012). Brahminical Manusmriti’nin değerlerini uluslararası faşizmle doğrudan birleştiren Dugin, “insan hakları, anti-hiyerarşi ve politik doğruluk” tarafından temsil edilen “mevcut düzen”i “Kali Yuga” olarak görür: Beraberinde kastların karışmasını getiren bir felaket (bir melezleşme). Sırasıyla, yine Kali Yuga’nın felaketli bir yönü olan kadın özgürlüğü ve hiyerarşinin ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşir. Modi’nin seçim başarısını “çok kutupluluk” için bir zafer, “Hint değerlerinin” hoş bir iddiası ve “liberal demokrasi ve insan hakları ideolojisi” hegemonyası için bir yenilgi olarak tanımlar.
Yine de sol, faşistlerin ve otoriterlerin kendi amaçlarını nasıl aynı dilde ifade ettiklerine dair en ufak bir farkındalığa karşı gelmeden “çok kutupluluğu” kullanmaya devam ediyor.
Solun sağla buluştuğu yer
Putin’in “çok kutupluluk” dili, küresel solda yankı uyandırmayı amaçlıyor. Bu dilin rahatlatıcı aşinalığı, ABD’nin emperyalist savaş çığırtkanlarının “demokrasiyi kurtarma” iddialarının temelini oluşturan yalanlarını açığa çıkarmakta her zaman mükemmel bir iş çıkaran solun, aynı eleştirel merceği Putin’in anti-sömürgeci ve anti-emperyalist retoriğine uygulamasını engelliyor gibi görünüyor.
Solun kutuplaşma dilini kendine mal etmiş olması tuhaftır. Kutupluluk söylemi, uluslararası ilişkilerde realist akıma aittir. Realizm, küresel düzeni, bir avuç ‘kutbun’ nesnel ‘ulusal çıkarlarını’ yansıttığı varsayılan dış politika hedefleri arasındaki rekabet açısından görür – Büyük Güçler veya Hevesli Büyük Güçler. Gerçekçilik, ‘ulusal çıkarın’ nesnel ve değer yargısından bağımsız bir gerçek olmaktan çok uzak bir durum olduğunu, öznel olarak, onu şekillendiren ve dış politika kararları verdiren liderlik tabakalarının “siyasi (ve dolayısıyla ahlaki) karakteri” tarafından tanımlandığını benimseyen Marksist görüşle temelde bağdaşmaz.” (Vanaik 2006).
Örneğin, küresel solun çok kutupluluğun en önde gelen heveslilerinden ve savunucularından biri olan Vijay Prashad, “Rusya ve Çin’in küresel güç değil, bağımsız bir egemenlik peşinde olduğunu” ileri sürüyor. Ancak bu güçlerin bu egemenliği, evrensel demokrasiden, insan hakları ve eşitlik standartlarından ve hesap verebilirlikten özgür olma biçiminde yorumladıklarından söz etmiyor.
Hindistan Komünist Partisi Marksist-Leninist (CPI [ML]) Genel Sekreteri Dipankar Bhattacharya’nın yakın tarihli bir makalesi, Partinin Ukrayna ile dayanışmayı çok kutupluluk tercihi ve Hindistan’daki faşizme karşı ulusal önceliği ile dengeleme kararını açıklarken benzer sorunları ortaya koyuyor (açıklama: Partinin Ukrayna için gösterdiği çok da sıcak olmayan dayanışmanın ardından doruk noktasına ulaşan farklılıklar nedeniyle bu yılın başlarında Partiden ayrılana kadar otuz yıldır CPI [ML] aktivistiydim ve Politbüro üyesiydim).
Bhattacharya’nın formülasyonu şu şekildedir: “Rekabet eden küresel güçlerin içsel karakterine bakılmaksızın, çok kutuplu bir dünya, neoliberal politikaları tersine çevirme, toplumsal dönüşüm ve siyasi ilerleme arayışlarında dünya çapındaki ilerici güçler ve hareketler için kesinlikle daha avantajlıdır.” Yeniden ifade etmek gerekirse, CPI [ML] batılı olmayan Büyük Güçlerin yükselişini, içten faşist veya otoriter olsalar bile, memnuniyetle karşılıyor çünkü bu güçlerin ABD’nin tek kutupluluğuna çok kutuplu bir meydan okuma sunduğuna inanıyor.
Böyle bir sol formülasyon, kendilerini anti-emperyalist “çok kutupluluğun” savunucuları olarak tanımlayan faşist/otoriter projelere karşı hiçbir direniş göstermez. Aslında onlara bir meşruiyet kisvesi sunar.
Bhattacharya, Ukrayna direnişine yürekten desteğin, “Hindistan’da faşizmle mücadele” şeklindeki “ulusal öncelik” ile bağdaştırılmasının zor olduğunu düşünüyor. Solun uluslararası dayanışma görevlerinin algılanan “ulusal önceliğe” bağlı kalması gerektiği anlayışı, Marksist enternasyonalizmin Realist “ulusal çıkar” tarafından bulandırılmasının bir örneğidir ve bu kez yalnızca ulus devletlere değil, ulusal sol partilerin kendilerine de uygulanmıştır.
Ancak faşist işgale karşı Ukrayna ile sınırsız dayanışma, Hindistan’da faşizme karşı savaşmakla nasıl çelişebilir? Bhattacharya’nın muhakemesi zorlama, dolambaçlı ve dolaylıdır. Komünist hareketlerin “ulusal durum pahasına enternasyonal olana öncelik verme” gerekliliğinden şaşırtıcı bir şekilde sapar. Bhattacharya, yanlış bir biçimde, Hindistan Komünist Partisi’nin 1942’de Hindistan’dan Çık Hareketi’nden uzak durma şeklindeki hatasını, onun II. Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilmesi için üstlendiği taahhüdü, faşizme karşı bir müttefik konumundaki sömürgeci İngiltere’yi devirmeye yönelik ulusal taahhüde tercih etmesine atfediyor.
Bu dolambaçlı yolun tek makul amacı Hindistan solunun Ukrayna’nın işgali karşısındaki mevcut açmazıyla bir benzerlik kurmak gibi görünüyor. Narendra Modi rejiminin birincil dış politika ittifakının ABD liderliğindeki Batı ile olması nedeniyle, ABD’nin ‘çok kutuplu’ rakibi Rusya’nın Ukrayna direnişi tarafından bozguna uğratılması halinde Modi’nin faşizmine karşı mücadelenin zayıflayacağı öne sürülüyor.
Bu dolambaçlı hesap, basit gerçeği gölgeliyor: Putin’in Ukrayna’daki faşist işgalinin yenilgisi, Hindistan’da Modi faşizmini yenmek için savaşanları cesaretlendirecektir. Aynı şekilde, Xi’nin çoğunlukçu tiranlığına direnenlerin zaferi, Modi’nin Hindistan’daki çoğunlukçu tiranlığına direnenlere ilham verecektir.
Martin Luther King Jr.’ın dediği gibi, “Herhangi bir yerde adaletsizlik, her yerde adalet için bir tehdittir.” Başkalarının mücadelelerine çarpıtıcı bir kampçı odaktan bakmayı seçtiğimizde, kendi demokratik mücadelelerimizi zayıflatmış oluruz. Bizimki, tek kutupluluk ile çok kutupluluk arasında sonuçsuz bir seçim değildir. Her durumda seçimlerimiz nettir: Ya ezilenlerin direnişini ve hayatta kalmasını destekleriz ya da ezenlerin hayatta kalması konusunda endişeleniriz.
Sol, “çok kutuplu” rejimlerin (Rusya’da, Çin’de ve Sol’daki bazı kesimler için, hatta İran’da) hayatta kalmasını desteklemek için bir “görev” üstlendiğinde, soykırımdan sağ çıkmak için savaşan insanları destekleme görevini yerine getirmiyor. Soykırımla karşı karşıya kalacak insanların hayatta kalma faydasının yaratacağı fayda, ABD’nin bu tür mücadelelere verdiği maddi veya askeri destekten elde edebileceği faydayı fazlasıyla aşar. ABD’nin II. Dünya Savaşı’nda SSCB’ye verdiği maddi ve askeri desteğin, Nazi Almanya’sının yenilgisinde rol oynadığını hatırlamakta fayda var.
Zalim rejimler, kendilerine direnen insanlara verilen desteği, bu rejimlerin “egemenliğine” yabancı veya emperyalist “müdahale” olarak yorumlar. Biz solcular da aynısını yaptığımızda, bu tiranlıkların işini kolaylaştırırız, onları savunur bir duruma düşeriz. Ölüm kalım mücadelesi içindekiler, ne tür manevi/maddi/askeri desteği talep edecek/kabul edecek/reddedeceklerine karar vermek için özerkliklerine ve egemenliklerine saygı duymamıza ihtiyaç duyarlar. Küresel ve Hindistan solunun ahlaki pusulasının, kendisini tiranlarla aynı dili konuşurken bulan feci rotasını düzeltebilmesi için acilen sıfırlanması gerekiyor.
Kaynakça
Dugin, Aleksandr. The Fourth Political Theory. London: Arktos 2012.
Vanaik, Achin. “National Interest: A Flawed Notion”. Economic and Political Weekly 41 (49). 9 Dec 2006.
*Bu yazı gazetemiz Yeni Yaşam için Taylan Durmuş tarafından çevrilmiştir.
[1] Kavita Krishnan’ın The India Forum’da yayımlanan “Multipolarity, the Mantra of Authoritarianism” başlıklı makalesi (https://www.theindiaforum.in/politics/multipolarity-mantra-authoritarianism, 20 December 2022) Taylan Durmuş tarafından Türkçeye çevrilmiştir.
[2] Kavita Krishnan, Marksist Feminist bir aktivist ve yazardır.