Savaşla ilgili yazarken öncelikle savaşla kastedilene bakmak zorundayız. Bu konuda netleşmeden, savaşın nihai sonuçlarını idrak etme yetimiz de oldukça düşük olur. Buradaki amaç terminolojiden ziyade onun kapsadığı içeriktir. Zira savaş terimi bugünün savaş ilahları tarafından çok hileli olarak kullanılmaktadır. Gündelik dile de dâhil olan savaş artık ikili ilişkilerden, işe, aileye, sokağa, ekonomiye ve kültüre kadar birçok alanda kullanılmaktadır. Gerçek savaşlar ise dünya siyasi arenasında savaştan ziyade “insani müdahale, barış gücü” veya benzeri terimlerle ifade edilmektedir. Yani savaş ilahları insanı öldüren savaşları “insani müdahale” ve insani olan günlük münakaşaları da savaş olarak nitelendirmektedir.
İroninin bu kadarı akla ziyan olsa da, yaşadığımız hakikat budur. Oysa savaş hakikati, her şeyden önce vicdanın çöküşü ve merhametin bitişi demektir. Savaş yeryüzündeki Ares’tir ve hedefinde Tanrı Amor’un ölümü vardır. Onu yöneten veya iradi olarak içinde yer alan herkes mecazi birer katildir. Çünkü her savaşın nihai hedefinde hileyle insan ölümü ve doğa yıkımı vardır. Savaştan yana olan, ahlaki olarak tanrılar katında da günahkârdır ve etik olarak kirlidir. Savaş nizamlı bir kötülüktür ve ehven olana karşı ebedi düşmanlıktır. Savaşın ortaya çıkardığı yıkımlar evrensel etiğin çöküşüdür.
Savaş, yalın kötülüğün nasıl bir düşmanlık buyruğu üzerinden kurulduğu gerçeğinin dışavurumudur. Buyruklarının başında “beyaz adamın” bütün diğer halklardan daha üstün bir ırk olduğu ve entelektüel kapasiteleri nedeniyle dünya üzerinde hüküm sürmeye layık olduğu fikri gelir. Savaş ve onun kutsi davası, Alman faşizminin yıkıcı bir başarıyla gerçekleştirdiği “üstün ırk” fikirlerine karşı gelememe halini olgunlaştıran meziyetin kendisidir. Çünkü her savaş “kutsal” bir dava uğruna baş koyma retoriği üzerinden kurgulanır. Nitekim bu retoriğin yol açtığı felaket hemen hemen bütün egemen ulusların burjuvazisini büyük bir ihtişama boğmuştur. Buradan hareketle, egemen ulus çoğu zaman ötekilerin varlığını minimalize etmek için savaşın diğer adı olan ‘insani müdahalelerde’ bulunmuştur. Bugün aynı “insani müdahale” retoriğini Ortadoğu’nun muktedir devletlerinin burjuvazisi de yaşamaktadır.
Savaş ilahlarına taparcasına neferler gibi sıraya girmiş durumdalar. Dünyaya hâkim olma hayalinin ne denli canlı tutulduğu sır olmaktan çıkmıştır artık. Özellikle Ortadoğu özgünlüğünde cereyan eden Suriye’nin bölge savaşları bunu daha net bir şekilde gözler önüne sermiştir. Büyük güçlerin yeni alan hâkimiyetleri üzerinden yoğunlaşan savaş hileleri bütün bölge halklarının yaşam alanını bir cendereye dönüştürmüştür. Bütün olanların ardından hala yaşananların bir nedeninin olabileceği üzerinden hareket edip, ikna yollarını aramak için koşulların özel durumlarına bakmak, ahlaki bir tutum değildir. Çünkü başından beri Ortadoğu’yu yenden dizayn etme niyetiyle kurgulanan bu savaşların geldiği eşik dehşet boyutundadır. Yerel halkların kadim komşuluk ilişkilerini ve toplumsal bağlarının dengesini bozmuş ve aralarındaki mesafeyi büyütmüştür.
Lakin bugünkü savaşların niteliksel sebeplerinin, halklar arasındaki denge bozumuyla ilgili olduğu aşikârdır. Gelinen süreçte yaşadığımız birçok sorunun esas kaynağı tarihin en gayrı meşru kurgularından biri olan ulusların egemenlik sınırlarına yapılan atıfla ilgilidir. Bugün bölgedeki bütün savaşların temel nedeninin altında Ortadoğu’nun çarpık taksim planları olduğu gerçeği yatmaktadır. Dolayısıyla bölgedeki mevcut sınırlar yıkılmadan halklar arasındaki ilişkilerin canlanması ve komşuluk bağlarının tesis edilemeyeceği bilinmelidir. Çünkü kin, nefret ve kavgaların ana sebebi olan bu bölünmedir. Bölgenin bütün kadim halklarının sosyal, siyasal ve kültürel statülerinin hukuki bir olguya ulaşması için barış kültürünü hâkim kılmak yeterli olmayabilir ama hayati bir zorunluluktur. Aksi takdirde bugünkü ulus devlet sınırları içerisinde savaş ilahları daha büyük yıkımlarla diğerlerini de yerle bir edeceklerdir. Egemen bir söylemin dünya üzerinde muktedir olma hali olan “yaşam alanı”nı yeni bir denkleme dönüştürme umudu her zamankinden daha büyüktür. Bu aynı zamanda yeni bir mücadele yolu ve barış dinamiğidir.
Dolayısıyla faşizan geleneğin aksine yaşam alanı kavramı kolonyal sayiklerle değil, gerçek manada hayatın üzerinde yeşerebileceği yeni alanlar olarak tekrardan üretmek ve topluma kazandırmakla anlamlı kılınabilir. Onun için bölgedeki savaşların ifriti azametine karşı, Rojava’yı geleceğe dair insani hayaletin kol gezeceği yeni bir yaşam alanına dönüştürmek bölge barışının teminatı olacaktır. Salt bu hakikat bile yeni bir yaşamın vücut bulma umudunu haklara ulaştırmak için kâfidir. Bahsi geçen bu hakikat dünyanın bir kısmına yabancı sosyal kurgular olmasa da, üzerine konuştuğumuz coğrafya için hem yeni bir kurtuluş yolu hem de barışta ısrardır. ‘Barışın yola ihtiyacı yoktur, çünkü barışın kendisi yoldur’.