Cengiz Çiçek
Yıl 1905. Üç Bedirxani; Celadet, Süreyya ve Abdurrezzak, Galata Köprüsü’nde gün batımını seyre dalmışlardır. Ansızın arkalarında bir ses yankılanır. “Alçak, pis Kürt!” Üçü bir anda kafalarını çevirip arkalarına bakarlar. Ayağı köprünün tahtaları arasına sıkışmış bir hamal acı içinde Kürtçe sesler çıkararak inliyor. İyi giyimli, hafif sakallı ve uzun boylu bir adam da başının üzerinde bir yandan bağırıyor, bir yandan da elindeki bastonla dürtüyor. Hafif sakallı adam var gücüyle bağırıp küfrediyor. Yıldırım hızıyla adamın yanına varan Abdurrezzak Bey, elini kaldırıp bütün gücüyle adamın suratına indiriyor. “Pis ve alçak sensin, utanmaz adam!”
Ferhat Encu’ya atılan tokat görüntülerini ilk seyrettiğimde hemen aklıma 118 yıl önce, Kadıköy’ün karşı yakasında yaşanan ve Mehmet Uzun’un Kader Kuyusu romanında yer alan bu hikâye geldi. Aradan yüz yıldan fazla bir zaman geçse de tokadın sahibindeki Kürd’e dair hakir görme, hınç ve nefret değişmiyor. Ama karşısında baş eğmez ve aynı öfkeyle karşı koyan iradede de milim şaşma yok. Havaya kalkan el de o ele karşı koyan irade de tarihsel bir kavganın, haksızlığın, sorunun tarafları olarak tecelli ediyor. Bu tarihsel fotoğrafı görmeden, dile getirmeden yapılacak her tarif de haliyle eksik kalıyor. O tokat, bitmeyen Kürt inkârcılığının tokadıydı. Buna tepki gösteren her çevre, önce bu tarihsel haksızlıkla yüzleşmeye cesaret göstermelidir. Kürt sorunuyla bu hakikat temelinde yüzleşemeyenler, sistemle değil de tokat atan o elin sahibiyle sınırlı bir okuma yapmış olacak ki; tarih, bunun tekerrüründen ibaret.
Dolayısıyla “Ermeni’yi dövdürtmeyecektik” sözünün bugünkü güncellenmiş hali “Kürd’ü dövdürtmemeliyiz” olmak zorundadır. Çünkü bütün tarihsel kültürlerin yıkımında son durak artık Kürtlerdir. Her dövülene, sürgüne yollanana, katledilene dair sessizlik ve yol bilmezlik, bir sonrakinin sonunun başlangıcı olmaktan öteye gitmedi, gitmeyecek. Ve artık finali yaşıyoruz. Kürt halkı, bu tekçi sistemin kurban ayinlerinin sonuncusu yapılmak isteniyor. Bu kurban ayinini sadece Kürd’ün bozmasını beklememek, herkesin kendi geleceğini kurtarmasının da ilk koşuludur artık. Kaybederse, Kürtler şahsında halklar mezarlığının son çivisi de çakılacak. Kazanırsa, tarihi tersine çevirip kültür tohumlarını hep birlikte tekrardan toprağa serpeceğiz; hem de gömüldüğümüz topraklara.
İşte AKP-MHP iktidarının içeride-dışarıda yoğunlaşmış saldırılarını, sadece kendisini ayakta tutmak için yaptığı hamleler olarak okumamak gerektiğini bu nedenle söylüyoruz. Bu iktidar, yüz yıllık tekçi Cumhuriyet politikalarının günümüzdeki temsilcisi ve Kürt tasfiyesi finalinin oyuncusudur. Buradan hareketle AKP’nin kaybetmesi, sadece güncel bir iktidarın yenilgisi olmayacaktır. Onun şahsında tarihsel kötülük düzeni de kaybedecek. Saray rejiminin tek ayırt edici özelliği, Kürt savaşında elde edeceği zaferin, kendi ömrünü uzatmasının tek yolu olduğunu bilmesidir. Rejim bunun bilincindedir ve tüm konseptini buna göre oluşturmaktadır. Son direniş kalesi olan Kürt kalesini düşürürse hem ömrünü uzatacak hem de buradan elde ettiği güçle bütün muhalefeti teslim alacaktır. Kürtlerin faşist iktidara karşı direnmesinin tarihsel önemi de burada yatıyor. Kürt direnişi kazanırsa hem soykırım siyasetini boşa çıkarıp kendi varlık mücadelesini kazanacak hem de Türkiye halklarının kayıtsız şartsız teslim alınmasının önüne geçilmiş olacaktır. Tarih bu nedenle Kürt özgürlük mücadelesiyle faşizme karşı mücadelenin ortaklığını zorunlu kılıyor. Kimse bu gerçeklikten kaçamaz artık. Kaçma, görmeme hali şimdiden faşizme karşı yenilginin ilanı demektir. O nedenle demokratik-meşru Kürt direnişi, tüm farklılıklarımızın ortaklığı; çokluklarımızın birliğidir.
Bıkmadan usanmadan bazı gerçeklerin altını çizmemizin nedeni de budur. Artık Kürt halkının statü mücadelesine dair her başlık, iktidarın karşısında olanların demokratlıklarının, özgürlükçülüklerinin turnusol kağıdıdır. Unutmayalım, ikna olalım ve artık yüzleşelim. İmralı’da merkezileşen ve örgütlü Kürd’ün olduğu her yere yayılan iktidar saldırganlığı karşısında tavırsız kalan, suspus olan herkes kaybedecektir. Çünkü faşist iktidarın önündeki en büyük direniş odağı, Kürt halk mücadelesidir. AKP-MHP ortaklığı bu bilinçle Kürt özgürlük mücadelesine saldırmaktadır. Kürtlere karşı yürüttüğü mücadelenin tecrübesiyle de tam bir özel savaş rejimi haline gelmiştir. Bu özel savaş iktidarı, elini attığı her değeri ya teslim aldı ya da kirletti. Bu konuda kimi örnekler de verilebilir. Şöyle ki; Öcalan’a İmralı Adası’nda dayatılan 24 yıllık hukuksuzluk, iktidarın hukuk dışına çıkmış karakter oluşumunun ilk yapı taşıdır. İktidar, Kürt halkının özgürlük mücadelesini boğma politikasında yol aldıkça Türkiye halklarını daha fazla nefessiz bırakmaktadır, bırakacaktır. HDP’ye yönelik siyasi soykırım saldırılarından sonuç aldıkça diğer partilere de aynı kararlıkla saldırmaktadır, saldıracaktır. İşte bu diyalektik ilişkinin bir sonucudur ki, HDP eş genel başkanlarının ve milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılarak tutsak edilmesi, Ankara-Çubuk’ta Kemal Kılıçdaroğlu’nun lincine dönüşmüştür. Kürt belediyelerine kayyım atanması ve belediye eşbaşkanlarının tutuklanması, Ekrem İmamoğlu hakkında verilen cezanın yolunu döşemiştir.
Sonuç olarak, Ferhat Encu’ya atılan tokadı, sadece atanmışın seçilmişe, polisin yurttaşa, iktidarın demokratik siyasete attığı bir tokat olarak değerlendirmeyelim. O tokat, tamamlanmayan Kürt kültürel soykırımını ikinci yüzyılda tamamlama ısrarının dışa vurumudur. O tokat atan el, devletin yüz yıllık inkâr-imha politikasının elidir. Ve yüz yıllık aklın bugünkü temsilcileri bilmektedir ki; Kürd’e atılan tokat sonuç alırsa, son direniş kalesi de ele geçirilecek ve iktidar kendisinden olmayan herkesi kat-i surette teslim alacaktır. İşte asıl o zaman, istibdat rejimi kalıcı zaferini ilan edecektir. Kürtler, Galata Köprüsü’nde Kürt hamalı döven “beyefendiye” haddini bildiren Abdurrezzak Bedirxan olmakta kararlı. Takdir sizin…