AKP-MHP ittifakı, faşizmin kurumsallaşmasına hız ve boyut kazandırmış, ardı ardına yaptığı çoklu hamlelerle inisiyatif alanını genişletmiş vaziyette.
Sansür yasası, basına yönelik özelleştirilmiş operasyonlar, Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklanması, Başörtüsü ve Aile Kanunu, Alevilere torba yasa, Taksim’de patlayan bomba, 25 Kasım’da kadınlara uygulanan polis terörü, devam eden hava operasyonlarıyla birlikte gündemde tutulan kara operasyonu, Bekaert grevinin yasaklanması, İmamoğlu’na siyasi yasak ve hapis cezası talebi, Ferhat Encu’ya atılan tokat, HDP’ye siyasi abluka ve HDP’nin kapatılması iddianamesini hazırlayan Yargıtay Başsavcısı’nın parti hesaplarının bloke edilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunması, hemen hepsi bütünlüklü olarak okuduğumuzda faşizmin inşasına giden yolun çoklu adımlarının parçaları…
İktidar güçleri, adım adım yeni bir aşamaya geçişin sınırlarını zorluyor.
Talimatlı yargı eliyle sürdürülen ve her adımda daha da pervasızlaşan saldırılar siyaseti ve toplumu topyekün abluka altına alarak sürekli yeni boyutlar kazanarak sistematikleşiyor, sistematikleştikçe olağanlaşıyor ve de sıradanlaştırılıyor.
Halka karşı savaş konsepti
Carl von Clausewitz’in ‘savaş, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir’ tespiti, ülke nesnelliğini tariflerken, gündelik siyasetin, savaş araçlarıyla sürdürülmesi denklemi de iktidar koalisyonunu tarifliyor.
Faşizmin bütün zor aygıtları devreye sokularak, devlet şiddetinin tümüyle serbest bırakıldığı, rejimin kendi hukukunu bile tanımadığı, yok hükmünde bir hukukla adeta fiili olağanüstü hal ve savaş hukuku işletiliyor.
Öyle ki, savaşı ana siyasal araç haline getiren siyasi iktidar, şiddeti düzen kurucu yegane unsur olarak siyasallaştırıyor ve de aynı anda toplumsallaştırıyor.
Halka karşı savaş konseptini seçim stratejisinin ana dayanağı yapmış vaziyetteler.
Kitleleri ardışık şok taarruzlarıyla sersemleştirip sessizliğe ve paniğe sürükleyecek psikolojik harp yöntemlerini devreye sokmuş durumdalar. Bundandır ki, şiddeti pervasızca toplumun üzerine boca ederek kendi krizlerinden çıkışın yollarını arşınlamaya ve faşizmi tahkim etmeye çalışıyorlar.
Siyasal ve toplumsal iklimi her hamlelerinde bulanıklaştırıp, kaotikleştirirken faşizmin karşısında baraj oluşturan tüm halkçı güçlerin tepkilerini, ekmek, adalet ve özgürlük arayışlarını yaratılan sisli iklimin içine çekip soğurarak tarumar etmenin hesaplarını yapıyor, faşizmin önündeki ana engel olan halk iradesinin tasfiyesini hedefliyorlar.
Encu’ya atılan tokat halka açılmış savaşın simgesi
HDP İstanbul İl Eşbaşkanı Ferhat Encu’ya küfür ederek tokat atmak münferit bir vaka değildi malum. O tokat başta Kürt halkı olmak üzere halka karşı ilan edilen savaşın simgesi ve faşizmin karşısında baraj oluşturan halk güçlerinin üzerine indirilmiş devletin sopasıydı. Ertesi gün ‘faşizme karşı halkın iradesini savunuyoruz’ protestosunun talimatlı bir kararla saldırı halkaları genişletilerek, işgal, abluka ve şiddet pratiği içerde ve dışarda yürütülen savaş konseptinin görüngüsü niteliğindeydi. Erdoğan’ın inşa ettiği devletin karakteriyle yüklü bir nitelik.
Fraenkel Nazi devletini tanımlarken onun ikili karakterini vurgular. Bir yanda önlem devleti vardır. Önlem devleti yasal dayanaklara değil şefin keyfiliğine dayanır. Devletin en sert yüzünü tanımlar. İmamoğlu kararında, Encu’ya atılan tokatta, grev yasaklarında olan şey işte bu önlem devletinin uygulamaları. Diğer yandan ise norm devleti vardır. Norm devleti siyasal alanın daha uzağındadır ve gündelik işleyişi düzenleyen hukuk sistemini tanımlar. Trafik, medeni hukuk, mülkiyet ilişkilerini düzenleyen hukuk gibi. Bunlar iktidara meşruiyet sağlar. Kitlelerin rızasını üretir. İşte Erdoğan’ın inşa ettiği devlet gerçek anlamda bu ikili karaktere sahip.
Bir yandan bitmek bilmeyen keyfilik ve hukuksuzluk ama aslında iktidarını sürdürmesi için zorunluluğa dayalı bir önlem devleti her gün bizleri dövüyor. Diğer yandan ise gündelik işlerin aksamaması için devam eden bir devlet işleyişi de var. Devletin bu ikili karakteri bizlere olağanüstü bir devlette yaşadığımızı gösteriyor. Bu ikili karakter olası bir restorasyonun söndürebileceği bir yangından çok daha fazlasını ifade ediyor.
Olağan koşullarda değiliz. Ama olağanüstü koşullarda yaşamak olağanlaşıyor.
Olan bitenler, giderek sertleşen ve nasıl sonuçlanacağı öngörülemeyecek bir seçime doğru gittiğimiz sürecin adeta bir fragmanı mahiyetinde. Siyasal iktidar işte tam da bu öngörülmezlik, belirsizlik koşullarını kendine devşirerek kullanmak istiyor. Zira bunca hamle üstüne hamle yapsalar da bir hikayeleri kalmadı. Yeni bir hikâye de yaratamıyorlar. Devlet şiddeti ve faşizm dışında ellerinde bir şey yok.
Diyor ya AKP Genel Başkanı Erdoğan Türkiye Yüzyılı Vizyon toplantısında ‘Öyle bir kazanacağız ki, hiç kimse kaybetmeyecek…’ diye. İktidarlarını kaybetmemek için her yol mubahtır düsturuyla eyleyip halka kaybettirmeye, velhasıl-ı halk düşmanlığına iman etmeleri bundan.