Cem Şahin
Böylesi iddialı iki ayrı başlığın irtibatını kurmak isteyişim son dönemlerde tanımlanmak için bedenime baskı kuran birkaç sualden iştigal ediyor. Kapitalist bir yerkürenin içinde devinmenin özneye ne tür bir bedel ödettiği. Ve kapitalist bir işleyişin özneleri olarak maruz kalınan mevzuların ne tür bir çıktıya sebebiyet verdiği. Hikâye ile ilgili bir çoğumuzun da aşina olageldiği bir anlatı bakiyesi mevcut şüphesiz. Marx öyküyü yabancılaşma üzerinden, Foucault öznenin iktidar tarafından belirlenen deneyimi üzerinden, Deleuze denetim toplumu öznelerinin ne tür bir iktidar tekniğine tabi tutulduğu üzerinden, Guattari üç ekozofi adını verdiği kavram seti ile insanlar toplamının ne tür zihinsel köleliğe mahkûm bırakıldığı üzerinden, Byung Chul Han ise sosyal medya ve neoliberal makinanın ne tür öznellikler yarattığı üzerinden epey uzun ve kıymetli soyutlamalar bıraktılar.
Her birinin ayrı ayrı soyutlama düzeylerinin detaylarını açmak hiç şüphesiz bu yazının sınırlarını aşmaktadır. Lakin yazının ilerleyen kısımlarında kısa tutmak kaydıyla bu çabaya da girişeceğim. İsmini sayamayarak haksızlık ettiğim daha bir dolu filozof ve felsefeci de kapitalist sistemin inşa ettiği öznellik üzerine çokça okunası bir külliyat ortaya çıkardılar. Dediğim gibi hepsinin ismini zikretmek veyahut kavramlarını deşmek epey zahmetli ve kendi meramımın dışına taşma riski barındırmaktadır. Ben naçizane sorularıma cevap olabilme özgüveni ile bu yazıyı kaleme aldım. Çünkü bende birçok filozof gibi kapitalizm denen işleyişin içinde yaşanılması koşuluyla özneye ödettiği bedelin ona ait her şeyin yok edilmeye çalışılarak kurgulandığını düşünüyorum. Biraz daha sarih bir dille ifade edecek olursam günün sonunda bir özneden çok her şeyiyle kendiliği yok edilmiş bir boş gösterene dönüştürülmeye zorlanıyoruz.
Özne kapitalizm içinde yaşayabilme tanımlarını kendini teslim almaya çalışanların inisiyatifine bıraktığı an, heybemizde bir özneden çok arafta gezinen, kendi aile öyküsü dışında çok bir şeye vakıf olamayan, gücünün sınırlarını göremeyen, normallik rejimine hapsedilen, kendilik dediği şeyin ismi soy ismi olduğunu düşünen, ötekilerle olan bağını çıkar ve muadili pratikler üzerinden örgütleyen bir şey kalıyor. Marx’ın ufuk açıcı tahliliyle hem kendine hem ürettiği nesneye hem de topluma yabancılaşan özne, bedel olarak bir özneden çok iktidar taşıyıcı bir yeniden üretim aracına indirgenir. Üretim sürecinin her gün yeniden kurulmasının ön şartı, toplumu oluşturanların otantik bir özne olamama kaidelerine uygun bir yaşama hapsedilmeleridir. Kendi üretici emekleri temellük edilen her özne Nietzsche’nin dediği gibi tepkisel bir güce dönüşüp yapıp edeceklerinden uzağa savrulmak durumunda bırakılır. Yine Marx’ın tanımladığı üzere emek biçim verilebilen canlı bir ateştir. Lakin kapitalizmin öznesi kendi ürettiklerine yabancılaştırılarak, emeğinin asıl biçim vericisi olma halinden hınç ve kedere sürüklenir.
Nietzsche etkin güçlerimizin bastırılması sonucu kahredici bir nihilizme itildiğimizi anlatmış, kişinin kendi emeği ve değerlerinin inşacısı olamamasının nihilizme yol açtığını belirtmiştir. Peki Nietzsche haksız mıydı? Kendi üretimleri üzerindeki emeğinin gasp edilmesi özne denilen şeyi nihilist bir boşluğa yuvarlamaz mı? Emeği değer üretme makinasının basit uzantısı olarak tanımlanan özne için süreklilik halini almış anlamsızlık üretim ilişkilerinin yabancılaştırıcı işleyişi değil midir? Tek bir yaşamla zahir bir ömrü başkalarının sefil zenginliğini büyütmeye gelmiş olamayız. Belki de Sabahattin Ali haklıydı, daha büyük ve insanca bir sebebi olmalıydı yaşamın. Ezcümle kapitalizm yaşamak- ne kadar yaşamak denilirse- şartı ile özneye ödettiği bedeli ona ait olan her şeyi ondan almaya çalışarak kendini var etmeye çalışıyor. Evet yaşadığımız depresyondan deneyimlediğimiz kronik boşluk duygularına kadar her türlü patolojik durum özü itibariyle sınıfsaldır. Bir sınıfın tahakküm altında tuttuğu sınıflar üzerinden kurduğu varsıllığının kötücül sonuçlarıdır. Kendine ait bir öznellikten çok kendi öyküsünü kurmasına izin vermeyen seçici bir azınlığın zorbalığıdır.
Sanırım en çok bu sonuçlardan ötürü Marx’ın yabancılaşma kuramının nüanslarını daha fazla betimlemek gibi bir görevle karşı karşıyayız. Yukarıda bahsi geçen diğer yazar ve filozoflarında çeşitli biçimlerde yabancılaşma veçhelerinin farklı düzeylerini tanımladıkları iddiasındayım. Foucault “öznellik” deneyiminin kuruluşunu kapitalizmin kendini gündelik hayatta mütemadiyen tekrar tekrar örgütlemesinin koşullarından biri olarak görür. Özne kapitalizmin yabancı bir öznesi olmak üzerine belli tekniklerden geçirilerek deneyim alanını kurmaya zorlanır. Böylece kapitalist devinime itiraz etmeyen uysal ve itaatkâr özneler inşa edilir. Bu kertede disipline edilmiş bir öznenin ucuz emek olmak üzere hayatta pratik ettiği bütün tutumlar zorba bir determinizme tabi tutulmaya çalışılır.
Özne sadece kapitalist yapısallığın uzantı olmaya indirgenerek herhangi bir metadan farksız kılınır. Foucault Biyo-iktidar olarak tanımlanan kontrol uygulamasını belli mekânsal konteksler üzerinden düzenlendiğini düşünmesine rağmen Deleuze yeni denetim mekanizmalarının mekanlar üzerinden değil teknolojik gelişmelerde yaşanan değişimlerle gerçekleştiğini savunur. Ki zaten Foucault’un kendisi de disiplin toplumlarının geçiciliğini tanımlamıştı. Deleuze bu durumu: “Böyle bir teknolojik evrim, daha da derin bir açıdan, kapitalizmin bir mutasyonu olmalı” diye tanımlar. Böylece yeni teknolojik evrimin kapitalizme bambaşka bir kontrol tekniği bahşettiğini anlatmaya çalışır. Disiplin toplumları bedenleri toplumsal fayda açısından işliyor, gözetliyor ve norma sokuyordu. Oysa denetim toplumları, bedenin yaratıcılığını kışkırtarak olabilecek her hareketinde metalaştırabilmeyi hedef alır. Disiplin toplumlarında, özne düzenli olarak bir kuşatma mekânından bir başkasına hareket ediyordu. Aileden, okula, okuldan, askere vs. Lakin denetim toplumu hepsini iç içe geçirir. Aile ilişkileri şirketleşirken, işyerindeki ilişkilerimiz de ailevi bir kerteye evrilebilir.
Hepimizin deneyimlediği iletişim araçları, internet ve onun getirdikleri hangi konumda ne ile uğraştığımıza kadar her şeyi açık bir denetime tabi tutmaktadır. İnternete daha da bağlandıkça kayıt altına alınmakta ve denetime açık hale gelmekteyiz. Deleuze bunları daha internet ağları yavaş yavaş ortaya çıktığı bir zamanda öngörmüştü. Lakin devamını getiremeyerek kötü sonuçlanan bir ölüm sonucu hayattan ayrılmak durumunda kaldı. Byung Chul Han tamda bu yeni teknoloji ile öznenin ne tür tahakküm teknikleri ile disipline edildiğini sorgular. Çeşitli zamanlarda yazdığı kitaplarında öznenin sosyal medya olmak üzere neoliberal toplumsal ilişkilerde ne tür bir bireye tekabül ettiğini anlatmaya girişir.
“Psikopolitika” kitabında neoliberalizm ve dijital çağ ile birlikte başka bir aşamaya geçildiğini düşünen yazar öznenin bedeninin kontrol altında tutulmasının dışında zihninin de denetim altına alındığını, bu tekniklerin gönüllü öznesi haline getirildiğini, insanın “dijital bir panoptikon” tarafından tutsak kılındığını dile getiriyor. Neoliberal düzenin yarattığını özgür olma baskısı ve yanılsaması sonucu kendini bir proje olarak kodlayan insan kişisi kendisini sürekli bir çabanın içinde buluyor, ve böylece tükenen ve depresif birine dönüşüyor. Byung Chul Han’ın ‘Yorgunluk Toplumu’ olarak ifade ettiği bu yeni düzeyin özneleri kendilerini bir özneden çok şirket olarak görüyorlar. Özgür olma ideası yeni neoliberal toplumsallaşmada bir sömürü aracına dönüşürken, ötekilerden ırak bir kişisel deneyim yaşayan özne yabancılaşıp yalnızlaşıyor. Byung-Chul Han şöyle anlatıyor durumu: “Bizi teşvik eden ayartan özgürlükçü, dost çehreli iktidar, talimat ve emir veren, tehdit eden iktidardan daha etkilidir”. Psikopolitika duyguları belirlenen, toplumsal bağlardan yoksun kendi kendini gözetleyen bir yabancı özne ortaya çıkarmıştır. Dijital Panoptikon olarak kavramsallaştırılan işleyiş kendimizi kendi isteğimizle sergilediğimiz hatta çıplaklaştırdığımız bir “Şeffaklık Toplumu” olarak idrak edilebilir.
Kısaca Felix Guattari’nin öznenin nasıl özgürleşeceği üzerine söylediklerine de bir göz atmak yerinden olacaktır. Felix Guattari Fransız bir psikiyatri doktorudur. Hepimizin çokça bildiği şekliyle Deleuze ile de ortak çalışmaları mevcuttur. Başkaca yazdıkları ortak eserler bulunmasının dışında “Anti Oedipüs” ve “Bin Yayla” kitaplarında psikanalizin ama özelde Lacan’cı özne teorisinin eleştirisini yapmaya çalışmışlardır. Çok kapsamlı bir kitap olması hasebiyle detaylarını telaffuz edemeyeceğim için böylesi bilgilerle Guattari’nin Üç ekozofi dediği felsefi önermesinin özne için neler denildiğine odaklanarak bir adım geri atacağım. Guattari kitabını yazarken SSCB’nin üretim pratiğinin ekolojiye zarar verdiğini düşündüğü bir eleştiri üzerinden dönemin Sovyet bürokrasini uyarmaya çabalamış, ekoloji politikalarının henüz hiç tartışılmadığı yıllarda politik bir sorun olarak ekoloji fenomenine bakmamız gerektiğini anlatmaya girişmiştir. Fakat o dönem hiç de ciddiye alınmamıştır. Üç ekozofi dediği anlatının ikinci kısmı toplum, üçüncü kısmı ise birey konu alınarak yazılmıştır.
Özgürleşmiş bir dünya tasavvurunun bu üç dinamik alanın özgürleşmesi sonucu gerçekleşeceğini düşünür Guattari. Guattari doğa, toplum ve bireyin onu tutsak kılan her türlü paradigmanın ilgasını sağlayarak özgürleşeceğini düşünüyor. Bir Marksist olan Guattari toplumun özgürleşmenin onu köleleştiren sömürü koşullarının alt edilmesinin dışında oluşabileceği düşünmez. Bu bağlamda toplumun özgür olabilme koşulu kapitalist üretim ilişkilerinin son bulmasına bağlıdır. Özne için sorun ettiği temel husus Oedipus hikayesi üzerinden aile sınırlarına çitlenen bir öznenin bütün kişisel hikayesinin dar bir anne-baba- çocuk üçgenine hapsedilmesidir.
Deleuze ile geliştirdikleri arzu ve özne teorisinin ana omurgasını da bu üçlü kıskacın boşa düşürülmesi oluşturmaktadır. Onlara göre özne psikanalizin bahsettiğinden daha fazla bir şeydir. Öznellik sürekli üretilen bir şeydir. Bundan doğru daima stabilliğimizi bozan şeyler vardır. Sadece Oedipus öyküsüyle belirlenmiş bir özne söz konusu değildir. Bunun kapitalizmle bağıda o minvalde incelikle anlatılmıştır kitaplarda. Kitabı okutmak merakıyla çokça da dağıtmadan Guattari’ye geri dönelim. Guattari üç ekozofi teorisinde öznenin de özgürleşmesi gerektiğinden bahis açar. Bir psikiyatri hassasiyetiyle olacak öznenin zihninde özgürleşmesini düşünür.
Öznenin zihni Oedipus hikayesi olmak üzere birçok şekilde kontrol altında tutulmaktadır. Bununda özneyi patolojik bir paradoksa attığı düşünür Guattari. Fanon’un mirasçısı olan Guattari psikanalizin toplumsal olaylardan çok bireysel olana bakarak insan zihninin çatışmalarını anlamaya çalıştığını düşünür. Lakin ona göre öznenin özgürleşmenin şartı onu patolojik yapan koşullara bakılarak çözülür. Yani diyor ki Guattari insanı yabancılaştıran ve köleleştiren detay üretim ilişkilerine içkindir. Bundan doğru en kesin tedavinin dünyayı değiştirmek olduğunu düşünür Guattari. Analiz yaparken sorunları bireyden kurumlara doğru kaydırmamız gerektiğini dile getirir. Ve ‘özne grup’ dediği bir tanımlamayla öznenin nasıl bir özgürleşme güzergahı izlemesi konusunda belli fikirler atar ortaya. Guattari Transvartelite (Çaprazlık) kavramıyla öznenin kendine dönük bir birey olmasından öte bir çokluk olduğunu düşünür. Deleuze ile ortak ifadelendirdikleri üzere özne bir düzenlemedir. Çapraz bağlar kurarak kendini yeniden üreten bir oluş düzlemedir. Guattari’nin özne grup anlayışında katı bölümlemeler yoktur. Diğer öznelerle kurulan bağlantılarda açıklık ve geçişkenlik vardır. Bundan dolayı okul, askeri kurumlar, hastaneler ve diğer birçok devlet kurumunda çaprazlığın az olduğunu düşünür.
Sizce de Guattari çok haklı değil mi? Öznenin bu denli kendine ve toplumuna yabancılaşmasının sebebi üretim ilişiklerini korumak ve yeniden üretmekle yükümlü kurumların sonucu olarak ortaya çıkmış toplumsal ilişki biçimi değil mi? Guattari için özgürleşmemiz için çapraz ilişkilenme ağlarını takip etmemiz gerekir. Çünkü böylece ezen ezilen ilişkisini tersine çevirebiliriz. Gündelik hayatımızda kurduğumuz verili ilişki biçimlerini alt üst etmeden yabancılaşma ve öznenin üzerindeki baskı makinasını kırmamız zor gibi görünüyor. Kaçış çizgilerimizi bulamadığımız müddetçe Spinoza’nın kudretin azalışı olarak temsil ettiği keder duygusundan kurtulma olasılığımız cılız bir ihtimal olarak kalmaktadır.
Anlatılanın hepimizin hikayesi olduğunu hafızalaştıracak araçların iktidardan alınması mücadelesidir verdiğimiz. Ve biraz da mübalağa yaparak öznelliğimizi kendimizin tercüme edilebilmesinin koşullarını hep birlikte örgütlemek işidir zafer. Zafer birazda budur. Beraberce kendiliğimizi kazanmanın nihai ufku. Yazı kapitalizm koşullarında öznelliğimizin gasp edildiği üzerine kurgulandı fakat bu hep birlikte kazanmamız gereken bir direniş mevzusu olarak bitirilmelidir. Kapitalizm içinde yaşamanın bedeli ortada bir özne kalmayacak şekilde belirlenmek olsa da, kurduğumuz çapraz bağlantılar üzerinden kuracağımız yeni özgürlük alanları hem yeni yaşamı hem de onun öznesini bahşedecektir bize.
Kapitalizmin yok edilesi düzeyde baskıladığı bedenlerimizi kendi öykülerimizi toplumsallaştırarak güçlendireceğiz. Öznellik solipsizm kulvarında değil, etik toplumsallığın sonsuz kudretinde kendini olumlayabilir ancak. Yazı boyunca öznellik adına icra edilen şikayetin öznelliğin toplumsalın aleyhine kurulması eleştirisi olarak okumak yanlış bir bağlama denk düşmemektedir. Kapitalizmin kendi çarklarının sorunsuz devinimini sağlamasının ilk belirleniminin ona uygun bir özne kurgulamak olduğunun gerçeğini kavradıktan sonra yapılacaklar bellidir öyleyse. Kolektif karşı öznellik mevzilerini kapitalizmin mezar kazıcıları olarak daha proaktif bir akışa kavuşturmak.