“Dönemin arka planı şöyle: 2014 yılı MİT ile Öcalan arasında görüşmeler sıklaşmış, tutanaklar var. Arada bir heyet var… O kadar iç içe geçmiş ki süreç Öcalan-MİT görüşmesi o kadar iç içe geçmiş ki HDP o görüşme sürecinde kuruluyor. MİT görevlisinin de bulunduğu masada HDP kuruluyor, HDP’nin adını Öcalan veriyor.” Sözlerin sahibi “acar gazetecilerden” İsmail Saymaz. Gazetecilik adına ortada dolaşanların iktidar karşısında güvenlik limanı, her zamanki gibi yine Öcalan ve HDP’ye saldırmak oluyor. Demokrat, muhalif kisvesi altında gerçekleri ters yüz etmek, manipülasyon yaratmak, en çok da bu ülkeye mahsus. Resmi paradigmanın kendilerine yarattıkları konfordan vazgeçemeyenlerin, hakikat gibi bir dertlerinin olmadığını gayet iyi biliyoruz. Yanısıra ne kadar iktidar karşıtı gibi görünürlerse görünsünler, egemen ideolojiyi toplumun en kılcal damarlarına kadar yaymak varlık gerekçeleri. Hal böyle olunca halkın aklını çelmek, hafızasını dumura uğratmak, en doğal görevleri. Ne de olsa iktidar ilişkilerinin derin dehlizlerinde nefes alıp veriyorlar.
Neymiş: “2014 yılı MİT ile Öcalan arasında görüşmeler sıklaşmış… HDP o görüşme sürecinde kurulmuş.” Buna kargalar bile güler diyeceğiz ama mevzubahis olan oldukça ciddi. Sonuçta milyonlarca insanın hayatı, geleceği söz konusu. Meselenin kendisi ciddi ama sözün sahibini ciddiye almayalım ve kendisine vikipedi bilgisiyle cevap verelim; “Halkların Demokratik Partisi, 15 Ekim 2012 tarihinde kuruldu.” Bir yıl geriye gidelim; HDP’ye de ismini veren ve HDP’yi doğuran Halkların Demokratik Kongresi de 15 Ekim 2011’de kuruldu. Zat-ı muhteremin bahsettiği 2014 yılı, kamuoyunda bilinen ismiyle çözüm süreci dönemi. Çözüm süreci kapsamında İmralı adasını ilk ziyaret edenler de dönemin milletvekilleri Ayla Akat ve Ahmet Türk. Ziyaret tarihi de 3 Ocak 2013. Yani HDK’nin kuruluşunu ilan ettiği ve doğal olarak da HDP’nin isminin de netleştiği tarihle aralarında tamı tamına 1 yıl 2 ay 19 gün var.
Öte taraftan “MİT masasında kuruldu” diyerek sözüm ona HDP’nin iktidarın onayıyla kurulduğunu söylüyor. Böylece katıksız AKP muhalifi rantiyeciliğine soyunuyor. İşte kendini ele verdiği yer tam da burası. Sekiz yıldır HDP’yi çökertme ve yirmi ayı aşkındır Öcalan’ı İmralı’da mutlak iletişimsizlik rejiminde tutan politikaların sahibi AKP-MHP iktidarıyla aynı yerde buluşuyor. Ama bir farkla; iktidar bunu apaçık yapıyor, bu cenah ise muhalif görünümü adı altında. Öcalan İmralı’da, HDP ise bulunduğu her yerde iktidara karşı katıksız bir demokratik direnişin içindeyken birileri muhalif perdesinin altında iktidarla aynı rolü oynuyor. Bir an için bu iki direniş odağının mevcut olmadığını varsayalım. Mutlak rejimini ilan etmiş AKP-MHP iktidarının karşısında hanginiz sarayın müştemilatı olmuştunuz varın siz düşünün.
O nedenle bir kez daha hatırlatmakta fayda var. AKP’yi döveceğiz diye Öcalan ve HDP üzerinden algı oyunlarına başvurmayın. Gerçekleri ters yüz etmeyin ve toplumu manipüle etmeyin. İstediğiniz iktidar koltuğuna bu ucuz oyunlarla oturamayacağınızı artık görün. Çünkü sizden daha maharetli oyuncular var sahada. Boşuna heveslenmeyin; ne Öcalan’ı, ne HDP’yi; ne Demirtaş’ı ne Sırrı Süreyya Önder’i iktidar ihtiraslarınızın nesnesi kılamazsınız. Bu mahallede iyi çocuk, kötü çocuk yok; tekçi sistem üzerinden kendisini kalıcılaştırmak isteyen tek adam rejimini devirmeye ant içmiş bir irade ve bilinç var. Size rağmen de olsa bu başarılacak. Öcalan ve HDP hakkında polisiye hikâyeler yazarak, bu özgürlükçü fikriyat etrafında kenetlenen milyonların kafasını karıştıramazsınız. Dolayısıyla tekrardan belirtmek isteriz ki, HDP’de vücut bulan üçüncü yol ve özgür politika çizgisini, AKP-MHP tehdidi üzerinden resmi muhalefete payanda yapmaya çalışmak, beyhude bir çabadır.
Bu topraklarda yaşayan insanların hakkına, hukukuna saygınız varsa, hakta, hukukta ısrar etmekten başka çıkar yolunuz yok. Bakınız, Türkiye Barolar Birliği Başkanı çıkıp, Demirtaş’ın Öcalan ile SEGBİS aracılığıyla görüşme talebine ilişkin “bu tür taleplerin bizim hukukumuzda karşılanması mümkün değil” diyor. Bir hukukçu düşünün mümkün olanı değil mümkün olmayanı tarif ediyor. Demirtaş’ın talebinin hukuken mümkün olup olmadığı tartışması bir yana; tüm hakları askıya alınmış Öcalan’ın yasal haklarından faydalandırılması gerektiğine neden değinmez, değinemez? Dile kolay, 24 yıllık mutlak tecrit, fiili idam rejimi ve son 20 ayı aşkın mutlak iletişimsizlik hali. Ve İmralı, Türkiye’de yasaların uğramadığı tek mekân. Mekân yasadışında tutuldukça zannedildi ki bu hukuk dışı rejimde tutulanın kendisi etkilenecek, etkisiz kılınacak. Oysa geçen zamanın gösterdiği üzere, yasadışılık muhatabını değil bir bumerang gibi sahiplerini vurdu, vurmaya devam ediyor. Tecrit politikasının günün sonundaki özeti, siyaset kurumundan toplumuna; medyasından yargısına her yer, her alan çürüyor, kokuşuyor. Ve bu üstünlerin hukukundan beslenen iktidar ilişkileri, yaşamın her anına, her hücresine bir kanser uru gibi yayılıyor. Kanserli toplumun inşasında medyanın ve hukukun devletler için oynadığı rol de hiç değişmiyor. Tüm bu yaşananlar, medyayı “devletin ideolojik aygıtı” olarak tanımlayan Althusser’i; hukuku “ulus devlet tanrısının ayetleri” olarak tanımlayan Öcalan’ı bir kez daha haklı çıkarıyor.