Anayasa aslında klasik bir hukuk metninden öte en geniş toplumsal mutabakatı içermesi beklenen temel metindir. Anayasalar toplumsal sözleşmelerdir. Gerçekleşebilecek en geniş mutabakatın sözleşmesi olarak hayat bulduğunda devletin meşruluk sorunu tümüyle ortadan kalkmasa da gerileyebilir, ‘anayasal devlet’ tanımı karşılığını bulur. Hobbes da Rousseau da devlet örgütlenmesinde önce bu mutabakata ve sözleşmeye dikkat çekerler.
Türkiye’de anayasacılığın tarihine baktığımızda yukarıdaki ilkesel çerçeveden hep uzağa düşüldüğü, toplumsal mutabakattan çok bir teşkilat olarak devletin yapılandırılmasının ön plana çıktığı görülmektedir. 1808 Sened-i İttifak bir Anayasa değildir ama Türk tarihinde Anayasal düşüncenin oluştuğu ilk belge olarak kabul edilir. 1876 Kanun-i Esasi Türkiye tarihinin ilk anayasasıdır. Osmanlı’nın ilk yazılı anayasası Kanun-i Esasi 1876’da ilan edildi ve Meclis-i Âyan ile Meclis-i Mebusan açılarak Meşrutiyet rejimine geçildi. 1908 Kanun-i Esasi ise 1876’nın tekrar yürürlüğe konulmasıdır.
Türkiye Anayasa tarihine 1921 Teşkilat-ı Esasiye teknik anlamda anayasa sayılması tartışmalıdır. Çünkü bir Anayasa’da bulunması gereken pek çok özellik eksiktir. Kısa bir metin olarak devletin temel idaresi hakkında maddeler içerir. Olağanüstü koşullarda oluşturulan bu Anayasa 1924’e kadar yürürlükte kaldı. Tüm eksikliğine rağmen toplumsal gerçekliğimize en yakın anayasal zihne sahipti diyebiliriz. Özellikle muhtariyet konusuna yaklaşımı 1921 Anayasasının önemli ve kritik bir özelliğidir.
1924 Teşkilat-ı Esasiye Cumhuriyet’in ilk anayasasıdır. 1924 anayasası klasik haklar denilen hükümlere yer vermiş ve adları belirtilmiştir. ‘Kuvvetler Birliği’ ilkesi benimsenmiştir. 1921’in özerkliğe, adem-i merkeziyetçiliğine karşı ulus devlet aklının hakim hale geldiği, tekçi formülasyonun şekillendiği bir metindir.
1961’de “Anayasa” sözcüğü ilk kez kullanılmıştır. 1961 anayasası ile Kuvvetler Ayrılığı ilkesine geçilmiştir. Ayrıca yasama iki meclise ayrılmıştır; TBMM ve Cumhuriyet Senatosu. Ayrıca ilk kez Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Ama tüm bu gelişmelere karşılık 1924 anlayışı korunmuştur. Merkeziyetçi karakterini kaybetmeyen bir anayasacılık anlayışıdır aslında korunan. Nihayetinde bugünkü mevcut Anayasa 1982 Anayasası’dır ve 1980 darbesi sonrası hayata geçirilmiştir. 21 kez değişikliğe uğramıştır.
Tüm bu anayasa tarihi içinde eşit yurttaşlık, çoğulculuk, katılımcı demokrasi, güçlü yerel meclisler, merkeziyetçiliğin/vesayetin azaltılması, hak ve özgürlüklerin anayasal güvenceye kavuşması ve istisnai madde getirilmemesi, devletin negatif ve pozitif yükümlülüklerinin artması meseleleri bilinçli olarak ihmal edilmiştir. Bu haliyle Türkiye’de ‘anayasal devlet’ hiçbir zaman hayat bulamazken, ‘anayasalı devlet’ ülkenin en belirgin özelliği olagelmiştir.
Bu tarih bize aslında toplumsal sözleşmelerin neden yapılamadığını da göstermektedir. Cumhuriyetin kurucu aklının beslendiği tarihsellik ve hayata geçirdiği vesayetçi, otoriter sistem anayasalı devletle yetinen, istisna halini örtülü veya açık sürdüren bir yapıyı inşa etmiştir ve bu yapı restorasyonlarla ömrünü uzatmaya devam ediyor.
Bugün yaygın bir biçimde yeniden anayasa tartışmaları siyasi gündemi kaplıyor. İktidarıyla muhalefetiyle yamalı bohçaya yeni yamalar üreterek rejimin restorasyonu sağlanmaya çalışılıyor. Rejim yama tutmasa da yamalı zihinler ısrarla 12 Eylül Anayasası’nı yeniden ama farklı sistem tartışmaları içinde üretmeye devam ediyorlar. Palyatif, yamacı çözümlerle mevcut yapısal krizleri çözmekten uzak yaklaşımlar toplumsal mutabakatın olası zeminlerini de tahrip etmektedir.
Otoriter, vesayetçi, merkezi, toplumsallıktan uzak, çoğulcu olmayan, yerel demokrasiyi, özerkliği-federalist aklı yadsıyan, sekülerizmi kısır laikliğe sıkıştıran, demokratik bir anlayış yerine kusurlu demokrasi ile cumhuriyeti demokratikleştireceğine inanan bir zihniyet koalisyonu herhangi bir soruna çözüm getiremeyeceği gibi gözetim-kontrol toplumunun inşasına dair yeni baskıcı yöntemler geliştirme peşindedir. Siyaseti toplumsallaştırmak yerine siyaseti toplumdan kaçırma derdinde olan bu zihni koalisyon bugün faşist iktidar ile altılı masa(l)cıların arasında özellikle anayasaya yaklaşımı konusunda şekillenmektedir. Test etmek için anayasanın giriş metni ve ilk dört maddesinin değiştirilmesini sormanız yeterli olacaktır…
Ama en vahim sahne konu tecrit olduğunda kendisini gösteriyor. Öcalan’a uygulanan ısrarlı tecrit birçok açıdan değerlendirilmeye muhtaçtır, bunların biri de anayasa mevzusudur. Türkiye kamuoyunun ölü taklidi yaptığı, Türkiye siyasetinin büyük çoğunluğunun ısrarla görmezden geldiği, akademisyen, aydın ve sanatçıların duyarlılığını yitirdiği İmralı tecridi bütün bu anayasal serüven içinde neden anayasal bir devlet olamadığımızın gösterenidir. Tecrit istisna halinin süreklileşmesini sağlayan bir garabettir. Bu garabet üzerindeki büyük anlaşma aslında rıza gösterilen rejimin siyasete çizdiği sınırları da bir yönüyle bize göstermektedir.
İstisna halinin sürekliliği yani tecritte ısrar demokratik cumhuriyetten kaçmak adına dayatılan sistemik şiddettir. İktidar şiddeti ve despotik sistemi ancak böylesine bir hukuk dışılıkla sürdürebilmekte. Oysa Öcalan’ın tartışmaya açtığı başlıklar, ürettiği çözümler bugün salt Kürt meselesinin çözümüyle sınırlı değil; ötesinde tarihsel bir tıkanmışlığı aşma adına toplumsal mutabakatın nasıl yaratılabileceğine dair yol açıcı özelliğe sahiptir. Bu yol açılmadan bir anayasa yapamayacağımızı yukarıdaki tarihten öğrenmiş olmalıyız. Zaten kimse de yapamıyor. O nedenle ha bire anayasa değişiklik paketleri sahaya sürülüyor. Yeni bir anayasa yapmak için önce istisna halinden kurtulmuş bir hukuk, özgürleşmiş bir siyasallığın yaratılması gerekiyor. Bunun birinci adımı tecridin kırılmasıdır. Demokratik bir cumhuriyet için demokratik bir anayasaya olan gereksinimimiz bu denli belirgin biçimde karşımızda dururken, tecride rağmen anayasa yapılamazlığının farkında olmak da birinci adım için bir gerekliliktir…