The Wonder (Mucize) filminin dayanağı hikâyeler. Günümüzden bakarak, size eski yıllarda geçen bir hikâye anlatacağım ve lütfen inanın, diyerek başlıyor yönetmen meramına. Filmin geçtiği stüdyodan seslenerek inanmamızı istediği öykünün geçtiği yer İrlanda’nın 1860’lı yıllardaki büyük kıtlık dönemi. Binlerce insanın açlıktan öldüğü ve göçtüğü yıllar. Herkesin bir hikâyesi vardır düsturundan yola çıkan filmin yönetmeni Şilili Sebastian Lelio, Emma Donughue’nin aynı adlı romanından uyarlamış.
Giyilmemiş bebek patikleri
Mucize’de hemşire Elizabeth Lib Wright’ın (Florence Pugh) hikâyesine tanık oldukça Ernest Hemingway’ın artık neredeyse klasikleşmiş en kısa öyküsünü hatırladım; arkadaşlarıyla bir yerde otururlarken bir iddia üzerine kim daha en kısa öyküyü yazabilir diye ortaya çıkan öyküsü; Satılık: bebek ayakkabıları, hiç giyilmemiş. Gerçi bunun da Hemingway’e ait olmadığına dair dedikodular dolaşıyor, ama önemli olan kime ait olduğu değil bu kadar kısa, etkili ve acı(klı) bir öykünün yazılmış olması. Hemşire Lib’in de buna benzer bir öyküsü var filmde. Birkaç sahnede tekrarlanan bu ayrıntı aslında hemşirenin mücadelesinin ana kaynağını oluşturuyor.
Filmin konusu şöyle: İrlanda bozkırında yaşayan O’Donnell ailesinin kız çocuğu Anna O’Donnell (Kila Lord Kassidy) dört aydır hiçbir şey yememektedir. Bu durum karşısında aile kızlarının seçilmiş kişi olduğunu düşünürler ve bu durumu bir anlamda prestij vesilesine çevirmeye çalışırlar. O kıtlık döneminde ziyarete gelenler hem ortada bir mucizenin olduğuna şahit olmak isterler hem de üç beş kuruş yardımda bulunurlar. Gerçi aile para yardımını kabul etmeyerek kilisenin bahşiş kutusuna atmalarını ister. Kızın yaşadığı bu durumun gerçekte bir mucize olup olmadığını anlamak için İngiltere’den bir hemşire ve bir rahibe tayin ederler. Gece gündüz nöbetleşerek kızın başında duracak ve bir şey yiyip yemediğini rapor edeceklerdir.
Ataerkil dinci güce, baskıya boyun eğmeyen kadın
Filmin ilk sahnelerinde, müziğin ve kapalı/kasvetli doğa görüntülerinden gizemli, gerilimli bir türün içine itildiğimiz düşüncesi yaratılsa da ilerledikçe daha çok bir aile dramına şahit olmaya başlıyoruz. Açık, geniş ovaları çevreleyen yüksek dağları ve bulutlu/yağışlı atmosferiyle bir merak uyandırdığı gibi yarattığı görsel şölenle de görüntü yönetmeninin ne kadar işinin ehli olduğunu da görüyoruz Mucize’de.
Hemşirenin, işi kabul ettikten sonra yürüyerek gittiği koca ovadaki tek ev olan O’Donnell’arın evine varır varmaz işin içinde iş olduğundan şüphelenmesi uzun sürmez. Zira hemşire savaşlara katılmış, insanların öldürülmelerine, müdahale edilerek, tedavi edilerek yaşama geri dönüşlerine şahit olmuş, zor şartları görmüş biridir. Şüphelerinin üzerine giderek haklı çıkar ve görev veren komitenin baskılarına boyun eğmez. Güçlü bir kadındır ve ayakta durmasını da bilir. Dominanttır; tavırlarından, davranışlarından ve yönlendirmelerinden. Güçlü kadını temsil etmektedir. Nihayetinde etrafında kaderine razı olan nice kadını bu kendine olan özgüven tavırları rahatsız eder. Rahatsız eden sadece bu da değildir. Ortada bir dalavere vardır ve bunu açığa çıkarmak için gözünü bile kırpmaz.
Dört aydır hiçbir şey yemeden yaşayan kız çocuğunu yemek yemesi için ikna etmesi oldukça zordur. Ziyaretçilerin ve ailenin alttan alta verdikleri “sen seçilmiş kişisin, sen cennetliksin, tanrı katında yerin hazır” mesajları, kızın yaptığının doğru olduğuna olan inancını daha bir perçinler. Hemşire, inatçı, koyu, kopkoyu bir karanlıkla, ışık geçirmez tutucu, bağnaz bir dindarlıkla baş etmeye çalışırken, yönetmen, diğer nöbet arkadaşı olan rahibeden uzaklaştırır bizi. Bu hemşirenin savaşıdır demeye getirir. Bu, karanlıkla ışığın savaşıdır. Ondan dolayıdır ki başka bir sahnede nöbet arkadaşı rahibe, hemşirenin yanında durmaz, hemşireyi savunmasında bir başına bırakır; biz aynı tarafta değiliz mesajı verilir.
Krala yaslanmayın düşersiniz ya da mollalar, kardinaller, rahipler…
Gazetecinin uzun çabalarından sonra kıza ulaşıp hediye ettiği “içerde dışarıda” bir tarafında kuşun kafeste, diğer tarafında dışarıda olduğu ipli küçük fırdöndü bir tür simgeye dönüşür film boyunca. Subliminal mesajı kıza ileterek aklı sıra hem kıza hem de bu uğurda büyük özveri gösteren hemşireye yardımcı olmaya çalışır. Açlığa yatan, açlığa alıştırılmaya çalışılan kızı ikna etmenin en doğru yolunun bilinçaltına gönderilen sessiz mesajlardır ve gazeteci bunu çok doğru bir şekilde belirler.
Dinlerine yaslanarak edindikleri o yüce ahlaklarıyla O’Donnell’lar, aile içindeki ensest ilişkiyi gizlemeye çalışırlar. Fakat kızlarını feda edecek kadar dokunulmaz ve kutsal olduğunu düşündükleri bu değerleri, hemşirenin bir fiskesiyle yerle bir olabiliyor.
Hemşirenin sık sık yemek yemesi hem bir zaman geçişini simgelerken hem de o yemek yemeden yaşayan küçük kız çocuğun zamanla nasıl eriyip gittiğine işaret ettiği gibi kıtlık dönemindeki beslenmenin önemine vurgu yapmak için özellikle çekilmiştir. Sahneler arasındaki sekterli geçişleri saymazsak özellikle hemşire Lib Wright’e can veren Florence Pugh ve Anna O’Donnell karakterindeki Kila Lord Cassidy rollerinin hakkını verdiğini görebiliyoruz. Filmde şöyle de küçük bir ayrıntıyı unutmamak lazım; küçük kızı oynayan Kila Lord Cassidy, Rosaleen O’Donnell’i oynayan Elaine Cassidy’nin kızıymış.