1968’de öğrenci gençliğin tutuşturup işçilerin harladığı isyan ateşi dünyayı sararken, Sony firması ailelerin ve turistlerin kullanımına uygun olacağını düşündüğü yeni bir video kamerayı piyasaya tanıtmakla meşguldü. Düğün, dernek, seyahat benzeri özel anları kaydetmek için ideal Portapak adlı bu ilk el kamerasının reklamı albenili bir genç kadın model eşliğinde yapılıyor, kullanımının ‘bir kadının dahi becereceği’ kadar basit olduğu ima ediliyordu. O güne kadarki video kameralar TV’lerin kullandığı ağır hantal ve pahalı cihazlardı. Bu yeni modelin ise görüntü kalitesi düşük olmakla birlikte tek bir kişi tarafından idare edilmesi mümkündü.
Portapak’ın Paris’teki ikinci müşterisi Carole Roussopoulos adlı 25 yaşlarında İsviçreli bir kadındı. (İlkini söylemeye gerek var mı: J. L. Godard.) Vogue dergisinde çalışırken iş arkadaşlarının haklarını savunduğu için işten atılan Carole’un tazminat niyetine eline bir miktar para geçmişti. Siyasi toplantı ve eylemlerden tanıdığı solcu yazar Jean Genet’in teşvikiyle, parasını bu kameraya yatıracaktı. Genet sözkonusu kameranın iletişim alanında devrim yaratacağına inanıyordu ve haksız da sayılmazdı. Bu sayede, daha önce ne sinema eğitimi ne de eline kamera almış bir genç kadın, çevresine toplayacağı kadınlarla birlikte sinema tarihinin en güzel sayfalarından birini yazacaktı ki bu bile kendi başına bir devrimdi.
Üç yıl önce erken yaşta kaybettiğimiz Carole Roussopoulos (soyadını Yunan göçmeni olan kocası Paul’dan almıştır ve ilk video kolektifini onunla birlikte kurmuştur) ortak film eğitim ve üretimini amaçlayan bir dizi grubun kuruluşunda yer alacak, hepsi -önce analog sonra dijital olmak üzere- video formatında çekilmiş 120’den fazla belgesele imza atacaktı. 70’lerin ortasında, sinema sektörünün erkek egemen yapısından yaka silken oyuncu Delphine Seyrig’le tanışması ikisinin de hayatına ve işlerine zenginlik katacak, yeni bir feminist video kolektifi kurarak adına ‘insoumise’ (itaatsiz) ve ‘muse’ (peri) kelimelerini birleştiren bir söz oyunuyla “Les Insoumuses”* diyeceklerdi; biz ‘isyan perileri’ diyelim Türkçesine.
Özetle Sony Portapak Fransa’ya tam zamanında gelmişti. Kime niyet, kime kısmet: Aile videoları için tasarlanmış, ‘kadınların da kullanabileceği’ basitlikte bir kamera ve ardından çıkan muadilleri feminist sinemanın en önemli silahı haline gelecekti. Amatör, spontane, flu görüntüleri ve mükemmellikten uzak çerçeveleri ile kendi karşı-estetiğini oluşturacak, TV kanallarının cilalı tek sesliliğine meydan okuyan, kadınların, sokağın, grevci işçilerin, ezilmişlerin, geylerin, kısaca sesi duyulmayanların sesi ve gözü olan etkili bir iletişim aracına dönüşecekti.
Carole Rousopoulos’ın “Debout! Une Histoire du Mouvement de Libération des Femmes” (1999) adlı filminde anlattığı lidersiz örgüt MLF’nin (Kadın Kurtuluş Hareketi) ilk eylemini hatırlayalım. 26 Ağustos 1970 günü dokuz kadın Paris’teki Meşhul Asker anıtına yürüyerek üzerinde şu cümle yazılı bir tak bırakır: ‘Il y a plus inconnu que le soldat inconnu. Sa femme’ (Meçhul askerden daha meçhul biri var: Karısı” (Evlenmemiş olma ihtimaline karşı, ‘annesi’ diye de çevrilebilir belki.) Eylemciler anında derdest edilir, fakat eylem kadınların mücadele tarihine kazınır ve MLF’nin miladı olur.
Carole 10 dakikalık ilk kısa belgeselini bu eylemden kısa bir süre sonra çekmiş, Angela Davis’in tutuklanmasını protesto eylemini belgelemişti; sonraki bütün filmlerinde başrolü en çok kadınlara verecekti. Hatırlanırsa, 1968 eylemlerinde dillerden düşmeyen cinsel özgürlük söylemi kadınlara özgürlük falan getirmemiş, ikinci dalga feminizm büyük oranda 68’in ‘erkek’ doğasına tepki olarak doğmuştu. Carole Rousopoulos gibi sinemacılar yol arkadaşlarıyla birlikte, kadınların görünmez emeğinin sinemadaki isimsiz kahramanlarıdır. Bu nedenle erkek merkezli sinema tarihinde (en anaakım olmayanında bile) örneğin Chris Marker veya Joris Evens gibi kanonik isimlerin yanında onların adına rastlamak zordur. Kolektif bir ruhla ürettikleri işlerle zaten bu ataerkil hiyerarşik sistemin tam karşısında yer almış, sinemayı erkeklerin oyuncağı olmaktan çıkarmaya çalışmışlardır. Meşhur olmayan ‘meçhul’ sanatçılar bahsine devam edeceğiz.
(*) Meraklısı için: İkilinin ilişkisi üzerine, Rousopoulos’un torunu Callisto McNulty tarafından yapılmış “Delphine et Carole, insoumuses” (2019) adlı harika bir belgesel var.
Not: Yeni Yaşam’a aksatarak yolladığım yazılara on ay gibi uzun bir ara vermişim. Bu sefer arasız devam etmek umuduyla, yeni yayın döneminde merhaba!