Osmanlı İmparatorluğu’nun ve onun kalıntısı üzerinde yükselen toplumsal yapının bölge devletleriyle tarih boyunca girdiği anlaşmazlıklarda ve savaşlarda yenilgiye uğrayıp hezimet yaşadıklarını, ancak anında da çark ederek “teslim olacakları global devletleri” arayarak “küçük” çıkarlar karşılığında kendi kimlikleri ve benliklerinden nasıl vazgeçtiklerini biliyoruz. Bunları yaparken bile muzaffer komutan edasından vazgeçmemişlerdir. Elde ettikleri tek ve en önemli kazanç; Kürtlerin demokratik haklarını tanımamada başarılı oluşlarıdır. Bunun en çarpıcı örneği birinci ve ikinci dünya savaşının sonuçlarını hatırlamak ve bugün yaşananları görmekle mümkündür. Bugün de AKP iktidarının sıkıştığında İngiltere ve Almanya’ya koşması tesadüfi değildir.
Söz konusu davranış sadece Bölge devletlerini erozyona uğratmakla kalmamış onların sınırları içinde yaşayan halkların büyük bir kesimini de kişiliklerinden ve kendileri olma uğraşlarından uzaklaştırmış ve biatçı, bir “yığın” haline getirmiştir. “Kürt anasını görmesin” ırkçı anlayışının tohumu ta birinci dünya savaşında toprağa düşmüş, “Lozan’da yeşermiş”, sonraki yıllarda ise boy vermiştir. Ortadoğu halklarının silik bir kişilik kazanması, en yaşamsal hakları için bile gereken tepkiyi gösterememiş olmalarının bir nedenini de bu tarihi gerçeklerde aramak gerekir. Bunun üzerinde uzun uzadıya durulabilir. Ama vurgulamak istediğim; başta Kürt halkı olmak üzere Türklerin, Arapların, Farsların, Ermenilerin, Çerkeslerin demokratik hakları için gerekli olan olanaklara yeterince kavuşmamış olmalarının bu olduğuna dikkat çekmeye çalışmaktır. Bu tarihi olgunun bölge halkları üzerinde yarattığı ekonomik, politik ve yapısal etkenler günümüzde de sürmektedir.
Kuşkusuz geçmişte verilmiş en küçük bir mücadeleyi bile küçümseyip yok saymak asla bizim duruşumuz değildir. İkincisi, tüm mücadelelere analitik bakmak, tahliller yapmak ve onlardan dersler çıkarmak da unutulmaması gereken devrimci bir görevdir. Üçüncüsü ve en önceliklisi “sorunu çözecek” yeni düşünceler üretmek ve onu toplumla buluşturan yapılar yaratmaktır. Çünkü toplum var olan sorunlarını çözmekle kalmayıp, bünyesinin yeni sorunları üretmemesi için devrimci yenilenmeye gereksinim duyar. Bu kısa belirleme ışığında; Kürt halkının Osmanlı dönemi de dâhil olmak üzere Cumhuriyet rejimi boyunca talepleri için verdiği uğraşlarına ve oluşturdukları demokratik yapılara bir göz atalım.
Demirel’in söylemiyle; “Kürtler Cumhuriyet döneminde 29 isyan yapmışlardır.” Bu uğraşların hepsinde söylediğimiz eksikler mevcuttur. Kuşkusuz bu yazının amacı Kürtlerin sosyolojik ve politik konumlarını incelemek değil. Ancak 1908 yılından bu yana Kürtlerin oluşturduğu yapılar, ki kendi aralarında kimi görece farklı özellikleri olsa da, ortak olan tek noktaları Kürtlerin “ulusal demokratik birliğini” “dipten gelen” bir dalgayla üretmek yerine, siyasi hedefleri baz alan yöntemlerle Kürt halkıyla bağ kurmaya çalışmaları olmuştur. Bu politikalar Kürt halkının kendi talepleri doğrultusunda yeterince örgütlenmesini engelleyen temel nedendir.
Halkın kurtuluşu için örgütlenmesine ön ayak olacakları yerde, her bir parti kendi “siyasi konumunu” korumak ve “diğer” partiden “militan” devşirmek uğraşının içine girmiştir. Aralarında ölümlerle sonuçlanan çatışmalar bu nedenden dolayıdır. Esen şiddetli faşist rüzgâr karşısında da kimsenin ne dalları ne gövdeleri kaldı ortada.
Bu politik anlayışların varlığının Kürt paradigmasının (demokratik modernite) doğmasına kadar sürdüğünü söylersek abartı olmaz. Yeni paradigma; mücadelenin yol haritasını göstermekle kalmadı, aynı zamanda değişimin nesnesi olan Kürt halkının kendisi için nasıl bir halk olacağının ve bunun için gerekli olan örgütlenme şeklinin ne olması gerektiğini de anlattı. Sorunun çözümünü bilinen formatların dışına taşıdı.
Halkın kendisi için halk olabilmesinde yeni alanlar önerdi. Tıpkı 1917’de “Bütün iktidar Sovyetlere” şiarıyla “Sovyet tipi örgütlenmenin” benzeri olan “Halk Meclisleri” ve bunun için yaşamla buluşmaya çalışan HDK’nın doğması gibi. “Sovyet”, “Konsey”, “Şura” olarak isim alan oluşumlar birden çok partinin içinde çalıştığı yapılar olsa da ortak talepleri halkın istemlerini içeriyor ve nesnel dayanağı (örgütsel yapısı) bizzat halka dayanıyordu. Daha sonraları bu oluşumlar yozlaşıp, bürokratlaşsalar da ilk doğuşu böyledir. “Halk Meclisleri” şeklinde kavramlaşan Kürt paradigmasının gerçek amacı halkın sorunlarının çözümü ve bir daha toplumun bünyesinde sorun doğmaması için gerekli olan niteliğe kavuşmak için bizzat halkın örgütlendiği yerler olacaktır. O nedenle devletler ve parti şeklinde örgütlenmiş yapılar bu tür demokratik yapılardan çok hoşlanmazlar. “Halk Meclisleri” ve legal siyaset bu paradigmayı yaşamla ne kadar buluşturmuştur? Bu, başka bir yazının konusudur.