vrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Abdullah Öcalan’ın avukatları aracılığıyla yaptığı, İmralı Cezaevi’nde kötü muamele ve işkence gördüğü yönündeki başvurusunu oy birliğiyle reddetti. AİHM bu kararına, Abdullah Öcalan’ın kötü muamele ve işkence gördüğü yönündeki başvurusunu bizzat kendisinin yapmamasını ve doktorlar tarafından herhangi bir sorun tespit edilmemesini gerekçe gösterdi.
Abdullah Öcalan’ın ağır tecrit altında bir adada hapis tutulduğu görmezden gelindi. Onun yakınlarını ve avukatlarını görmesinin yasaklanmış, dünya ile tüm temasının engellenmiş olduğu gerçeği yok sayıldı. O adaya gidebilen doktorun onun hakkında olumsuz bir rapor yazmayacağı, yazamayacağı kabul edilmedi. Doktor raporları ile yaşı yükseltilerek idam edilen Erdal Eren unutuluyor, doktor gözetiminde işkence yapılmış bir ülkeden söz edildiği olgusu yok sayılıyor. AİHM kendisini yasladığını iddia ettiği tüm ilkeleri çiğnerken çıplak bir gerçeği herkesin yüzüne acımasızca vuruyor.
“Ben sınıflı bir dünyada, egemenlerin adaletinin temsilcisiyim. Onların çıkarları benim karalarımı belirler.” Aslında bu yeni bir durum değil. AİHM uzun süredir kendi aldığı kararlarla çelişen bir tutum alış içerisine girmiş bulunuyordu. Cizre ablukasında yaralıların taşınması için ambulans girmesinin engellenmesi üzerine yapılan başvurularda da, Roboski davasında da, KHK ile ihraç edilenlerin başvurularında da aynı trajikomik tutumu takınmıştı. Son kararıyla bunu deklare etmiş oldu: Hukuk küresel ölçekte öldü. Söz güçlü olanındır. Bu durum aslında muhalif camiada hukuk kavramının yeniden tartışmaya açılması gerektiğini açığa çıkarıyor.
Çıplak gözle görülen olgu verili tüm hukuksal tariflerin ve yazılı metinlerin devletlerarası güce dayalı yeni süreçte gücü elinde bulunduranlar tarafından yok sayıldığı ya da yeniden tarif edilip yorumlandığı gerçekliğidir. Bu gerçeklik en fazla uluslarası ilişkilerde sırıtır bir görüntü vermeye başlamıştır. Sovyetlerin dağılması sonrası dünya hükümranlığına soyunan ABD, geçmişte verili güç dengelerinin tarif ettiği uluslararası hukuk yapısını ve metinlerini kendi güç tarifi üzerinden yeniden kurgulamaya başlayarak her çeşit askeri müdahaleyi ve operasyonu fütursuzca devreye koydu. Benzer bir davranış İsrail tarafından da ortaya konuldu. Şu an yaşanmakta olan ise bu davranış şeklinin artık devletlerarası işleyişte temel unsur haline gelmesidir.
Yeni güçlerin devreye girmesi, emperyalist yeniden paylaşım mücadelesinin başlaması ve giderek sertleşmesi sürecinde artık sadece büyük güçler değil, neredeyse her devlet uluslarası ilişkileri çıplak güce dayanarak yürütür hale gelmiştir. Türkiye’nin Suriye siyaseti ve rehine şantajı bunun çıplak göstergesidir. Sovyetlerin var olduğu döneme ait devletlerarası hukuk, tüm kurumlarıyla geçersiz hale gelmiştir.
İçerisinden geçilen süreç kendisini soğuk savaş dengelerine göre konumlandıran BM gibi kurumlar ve NATO gibi askeri yapıların re organize olacağı ya da dağılıp yenilerinin kurulacağı bir süreç olacaktır. Burada ayrıksı nokta, gelişecek sınıf hareketinin bu sürece hangi ölçüde müdahale edeceği meselesidir. Sermaye yeni döneminde kendi dengelerini kurmaya çalışırken sınıf hareketinin bu dengeleri toptan yok etme potansiyeli, fazlasıyla mevcuttur.
Zaman çok şeye gebe bir hale gelmiştir. Böyle bakıldığında, AİHM’in geçmişte kendisine biçilmiş mistik adil örtülerini bir kenara attığını ve kendisinin AB oligarşilerinin çıkarlarının temsilcisi olduğu, karalarının onların çıkarlarıyla uyumlu olduğu gerçeğini haykırdığı iddia edilebilir. Demokratik Avrupa beklentisi sona ermiştir.
AİHM’in böylesi pervasız bir şekilde başta Avrupa oligarşilerinin denetimine girmesinde, onun kararlarını, dolayısıyla devletlerin politikalarını sorgulayacak, bu kararlara müdahale edecek bir toplumsal muhalefetin olmaması en önemli etkendir.
Sosyalist teorinin ve sınıf mücadelesinin yaşadığı hegemonya kaybı burjuvaziye ve onun devletine karşı müdahale imkânlarını daraltmıştır. Aslında hep olan yani sınıflı toplumda hukuk dâhil üst yapısal kurumların alt yapı ve sınıflar mücadelesi tarafından belirlenmesi gerçekliği, burjuvazinin kendisini rakipsiz gördüğü ortamda çıplak olarak ortaya çıkmıştır. Hukuk patronların hukukudur. Neoliberal saldırı, nasıl ki çalışma hukukunu kendisi için hukuksuzluk olarak tarif etmiş ve işçi sınıfının tüm kazanımlarını yok saymışsa iç hukukta da burjuvazi aynısını yapıyor. Büyük mücadeleler sonucunda kâğıda kazınmış tüm haklar ortadan kaldırılıyor.
Saf, temiz bir adalet ve adil bir burjuva devlet hiç olmadı. Avrupa devletlerini diğerlerinden daha demokrat ve adil gösteren orada yürütülen sınıf mücadelesi sonucunda kazanılmış haklar ve bu kazanımları koruyan örgütlü güçlü işçi hareketleri idi. Bu işçi hareketi zayıfladıkça, burjuvazi içerde ve dışarıda saldırganlaşır hale gelmiştir. Artık gerçeklik kendisini dayatıyor, dost aranacaksa devletler ve onları temsil eden kurumlarda değil, halkların kendisinde aranmalıdır. Dayanışma çağrıları, devlet kurumlarına değil doğrudan halklara ve halkların örgütlerine yapılmalıdır. Emperyalizm ve sermaye saldırganlığı ancak ezilen halkların ve uluslarası işçi hareketinin dayanışması ile frenlenip yok edilebilir.