Siyasetçiler asla kendi çocuklarını savaşa göndermezler. Kendi siyasetleri hayata geçsin, başarılı olsun diye ise halktan çocuklarını savaşa göndermelerini isterler. Savaşı kutsarlar. Dini, ahlaki, vicdani, milliyetçi, mezhebi, insani her türlü argümanı kendi siyasi ikballeri için verilecek savaşı meşrulaştırmanın, toplumsal rıza üretmenin bir aracına dönüştürürler. Yapılacak savaşın, yapılmakta olan savaşın haklı, meşru ve bir savunma savaşı olduğuna kitleleri ikna etmek için gerektiğinde her türlü komploya başvururlar. Gerektiğinde kitleleri yanına çekmek, desteği almak, düşman diye tanımladığı gruba, halka dair nefret duygularını çoğaltmak için, masum sivil insanlara, kadın ve çocuklara dönük saldırı ve katliamlar tezgahlarlar. Bu tezgahta katledilen masum, sivil insanların masum ve insani hikayeleri boy boy yer alır gazete ve televizyonlarda. Kimisi yeni nişanlıdır, evlenmek üzeredir. Kimisi yeni evlidir, balayı için gelmiştir saldırının olduğu yere. Kimisi yeni işe başlamıştır ve yeni bir yaşam kurma hayali peşindedir. Kimisi daha hayata yeni adım atmış bir bebektir. Ölenlerin hikayeleri olabildiğince dramatize edilir, yaşama nasıl umutla tutunmuş insanlar olduğu propaganda edilir, böylece yaşanan kaybın ne kadar büyük olduğu insanların bilinç altına enjekte edilir. Saldırıyı üzerine yıktıkları dini, etnik, siyasi grubu, halkı bir nefret nesnesi haline getirirler. Kitlelerin nezdinde bu grup asla yaşamayı hak etmeyen ve her türlü saldırıyı, muameleyi, her türlü cezalandırmayı hak eden bir pozisyona getirilir. Ve bu meşrulaştırılmış nefretin gereğince bu gruba dair savaş politikası hayata geçirilir.
Eğer bir savaş durumu söz konusu ise, bir güvenlik sorunu varsa o zaman temel insani hakların, demokrasinin, sivil siyasetin bir değeri kalmaz. Kim ki bu argümanları ileri sürerse, bu vahşi saldırıları yapmış olanların destekçisi durumuna düşer. Amacı demokrasi, temel insan hak ve özgürlükleri savunmak değil, iktidarın bu vahşi grupla mücadelesini zaafa uğratmaktır. Hele hele savaşa karşı tutum geliştiriyorsa, barış gibi kavramları kullanıyorsa vatan hainidir ve hedef düşman grupla aynı muameleyi görmeyi hak ediyordur. Savaş ve barış kavramları ancak savaşan iki devlet söz konusuysa kullanılabilir. Öbür türlü bir mücadele ile ilgili bu kavramları kullanmak uluslararası savaş hukukuna gönderme yapmak ve karşı tarafa savaşan statüsü verilerek onu meşrulaştırmak anlamına gelir ki böyle bir şey kabul edilemez. Bu mücadelenin adının savaş olarak telaffuzu yasak olsa da bu savaşın elbet bir de bedeli vardır. Yokluk da olacak, yoksulluk da, işsizlik de açlık da. Kim ki bunları sorgularsa vatan hainidir. Demokratik haklar da, temel insan hakları da, çevre kıyımı da elbette bu olağanüstü koşullarda gözetilemez. Kim ki bunların gözetilmesi gerektiğine dair bir itirazda bulunursa, bunları sorgularsa bittabi ki vatan hainidir. Elbette bu savaşta gençler askere alınacak, bu gençler ömürlerinin baharında bu savaşta ölecek. Ülkenin selameti için (asla muktedirin, muhterisin siyasi ikbali için değil) gençlerin canının feda edilmesi gerekiyorsa edilecek. “Siyasetçilerin çocukları, zenginlerin çocukları neden savaşa gitmiyor, neden canını feda etmiyor” demek bu mücadeleyi zaafa uğratmak, zihinleri bulandırmak isteyen vatan hainlerinin sözleridir. Olağan koşullarda elbette bunlara itiraz edebilecek muhalefet, böylesi olağanüstü koşullar söz konusu iken adı telaffuz edilmese de ülke bir savaştayken bütün bunları bir teferruat olarak görmeli ve iktidarın arkasında hizalanmalıdır. Ülkenin aydını, sanatçısı, entelektüeli de öyle bir eli balda bir eli yağda savaştan uzak, güven içinde yaşayan batı toplumunda olduğu gibi “barış, insan hakları, demokrasi” gibi argümanlar geliştiremez, bu mücadeleyi zaafa uğratamaz. Bunu yaparsa hiç şüphesiz vatan hainidir. Bu olağanüstü koşullarda iktidarın arkasına hizalanmalıdır. Çok şükür ki ülkenin ciddi manada ne böyle bir muhalefeti ne de aydını, sanatçısı, entelektüeli vardır. Bazı muhalefet grupları, kendine aydın, bilim insanı sanatçı diyen böylesi insanlar olsa da bunların da uygun şekilde icaplarına bakılacaktır.
Fransız düşünür ve edebiyatçı Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir’a yazdığı bir mektupta şöyle der savaşla ilgili: “Kendimle ilgili olarak düşüncelerim çok net: savaştan nefret ediyorum; ama 1920-1939 arasında onu engellemek için kılımı bile kıpırdatmadım. Bugün, hiç yakınmadan, bu öngörüsüzlüğün bedelini ödüyorum. Hatayı nerede yaptım? Kesinlikle savaşın olduğu şu günlerde ya da engellenmesinin mümkün olmadığı yıllarda değil. Henüz kötü bir rüya olarak belirmeye başladığı, üzerine akıl yürütebileceğim ve politik bir yaklaşım geliştirebileceğim yıllarda hatayı yaptım.”