Aslında şu McKinsey’in Güney Afrika maceralarına takmasaydım Maduro meselesine de hiç giresim yoktu ama neyse, oldu bir kere. Girip, bir bakıp çıkmak gerekiyor kısaca. Damat Bey ekonominin denetimini McKinsey şirketine verdik dedikten sonra, neymiş bu şirket diye herkes harıl harıl çalışmaya başlayınca, bir ucundan da ben tuttum, iş büyüdükçe büyüdü, büyüyor. Şirketin Güney Afrika maceraları da patladı bu arada… Efendim, Güney Afrika’da Gupta Kardeşler var işte, (Cengiz mi diyeydim?) onların da Eskom diye bir holdingi filan var, McKinsey de onun danışmanı. Devlet ihalelerini süpürüp götürüyorlar birlikte, McKinsey de çok kazanıyor bu arada ama işleri götürebilmek için Cumhurbaşkanı Zuma’nın ailesine de ‘üçbeş kuruş’ koklatıyorlar. Sonra geçen yıl patlıyor rüşvetler, Zuma çekip gidiyor, McKinsey özür diliyor, falan filan… Darısı bizim başımıza!
Paradan bana ne? Zenginin malı, züğürdün çenesi! Benim derdim Zuma ile. Hani şu Mandela’nın cenazesinde yüzbinlerin yuhaladığı adam…
Kendisi süper bir insan aslında… Çobanlık yaparken ANC’ye katılmış, silahlı mücadelede yer almış, tutuklanmış ve Mandela ile aynı cezaevinde yıllarca kalmış. Sonra, barış görüşmelerinde yükselmiş… Hızlı adam! Hızlı ve marifetli! Dördü kalıcı olmak üzere toplamda altı eş, 22 çocuk! (Zulu âdetiymiş! Bizde de ne adetler var ama bir eşi zor buluyoruz, neyse…) Sonra yolsuzluklar, tecavüz suçlamaları, ‘prezervatif kullanaydım iyiydi’ diyerek halktan özür dilemeler, görevden alınmalar, kendisini görevden alanı tasfiye etmeler… Epey bir entrika ve yüzsüzlükten sonra, gidiyor gitmesine ama yarattığı çürüme kalıyor geriye.
Maduro’yla ilgisi ne?
İlgisi şu: Dünyanın neresinde deseler ki ‘sol seçim kazandı da iktidara geldi’ beni alıyor bir tasa. Çünkü bütün beceriksizlik/teslimiyet ve yozlaşma biçimleri, sosyalizme yüz kat zararla geri dönüyor, insanlarda ‘bunların hepsi aynı mal’ fikrini perçinliyor. Daha da kötüsü, dünyanın haydutları karşısında bu iktidarları destekleme gereği, bizi onların sorumluluklarına da dolaylı biçimde ortak ediyor. Güney Afrika ayrı; ben orada her zaman bir operasyon yapıldığını düşündüm. Emperyalist sistem, artık taşınamaz hale gelen ırkçı rejimin tasfiyesine razı olurken, bu muazzam ülkenin daha kontrolsüz bir uca doğru gitmemesi için (Steve Biko gibileri de katlederek) yumuşak bir geçiş yarattı ve sonuçta ortaya Zuma’ları üreten bir rejim çıktı. Diğerlerinde ise durum daha başka…
Paraguay’da neredeyse yüz yıllık sağcı partiyi deviren Fernando Lugo mesela…
Paraguay’da neredeyse yüz yıllık sağcı partiyi deviren Fernando Lugo mesela… Daha nedir ne değildir bilemeden eski rejimden kalan polis köylüleri kurşuna dizince görevden alındı adamcağız, o ayrı bir hikâye. Uruguay’da Mujica’dan sonra gelenin pabuçları boyalı mı bilmiyorum ama bizim tombik Mehmet Aydın orada ne yapıyor, onu da bilmiyorum. Öte yanda Nikaragua’da, Daniel Ortega hakkında habire yolsuzluk haberleri düşüyor ajanslara. Brezilya’da da benzer şeyler… Şöyledir böyledir demiyorum, o ajanslara da güven duymam ama kokular iyi kokular değil ve nereye bakarsan bak, Marks’ın ‘İşçi sınıfı, devlet makinesini olduğu gibi almak ve onu kendi hesabına işletmekle yetinemez’ cümlesi sürekli kanıtlanıyor sanki.
Venezuela’da ise aslında başka bir kökenden gelen ama zaman içerisinde yoksulların örgütlü gücünün en sağlam dayanak olduğunu anlayarak bir şeyler yapmaya çabalayan Chavez’in yerine geçen kötü bir karikatürle karşı karşıyayız. Dünyanın bir ucundan gelip Ertuğrul setinde Sultanahmet turisti şaklabanlıkları yapmaktan tutun, ‘dünya lideri’ni kutlayıp jöleliyle resim çekinmeye kadar ne ararsan var! Bilmezlik filan da değil öyle. Ayrıca bilmiyorsan da bil! Ben sıradan bir insan olarak nasıl Venezuela’dan Güney Afrika’ya kadar dört bucağı bilmeye çalışıyorsam sen de Sur-Cizre neresidir, 3. Havalimanı inşaatında kaç kişi ölmüş, zahmet edip bir bak! Kimse kusura bakmasın yani, bir sürü gazeteci arkadaşım içerideyken, hiç çekemem o ‘dünya lideri’ kutlamalarını!
Bütün bu karmaşa arasında meselemiz ise sanırım şu: Biz, dünyanın efendilerinin boyun eğdirmeye, yok etmeye çalıştığı her kim ve her neresi varsa desteklemek durumundayız, eyvallah. Bunu yapıyoruz, yapmalıyız, yapacağız. Ama yine biz, yeniden ve yenilenmiş bir sosyalizm iddiasında olanlar yani, Uzakdoğu’nun ‘baba-oğul’ hanedanlarını da, Mandela mirasyedilerini de, Nusret müşterilerini de sırtımızda taşımaya hiç ama hiç mecbur değiliz. Bu iki işi birbirinden ayırmak ve yeni bir dünya kurma meselemizi gözümüzün bebeği gibi korumak, geliştirmek ve bu arada yaşadığımız postmodern ortaçağın tuhaflıklarına kurban etmemek zorundayız.