İş günümün kaçıncı günündeyim ben de bilmiyorum. Hatta neden bu yabancı şehirde yabancı olan onlarca insanla birlikte yaşıyorum, onu da bilmiyorum. Şehir yabancı hatta yatağım da yabancı, ben annemin yaptığı yün yataktan başka yatak bilmem ki, ben köyümün o kerpiç evlerinden başka ev bilmem ki. Zaman zaman yağmur yağdığında içeriye damlasa da, seviyorum o toprak kokulu evimi, annemin ördüğü o döşeği…
Şimdi yabancı bir kentte yabancı bir yatağın içerisindeyim. Uzun koridoru olan sağlı sollu koğuşlardan birisindeyim. Çift ranzalı 5 cm’lik sünger yatağın pis kokulu siyah bir battaniyenin içindeyim. Ranzanın demiri batmasa, tahtakuruları beni rahat bırakırsa uyumadan önce biraz köyümü, sevdiklerimi, geleceğimi düşleyeceğim. Hayır, yatmam lazım, sabahın şafağında zifiri karanlıkta işe gitmem lazım. 5 dakika geç kalırsam azar işitmek bir yana işimden de, bu kötü yataktan da olacağım. Üstümdeki para ne köyüme gitmek için bir otobüs biletine, ne de bir otel odası tutmaya yeter. Bu kasım ayında meteliksiz, yabancı bir şehirde dışarıda kalmak, yanı sıra bütün gün durmadan çalışmanın getirdiği yorgunluk, hiç mantıklı bir seçenek değil. Üstelik benim kerpiç evim kilometrelerce ötede, içine yağmur yağsa da beni bekliyor.
Şimdi yorgunluğun derin uykusuna dalıyorum. Bir dakika, ben daha 20 yaşındayım, bir inşaatın 5 cm’lik yatağın içinde değil. Bir okulun KYK yurdunun mavi nevresiminin içinde olmam gerekiyor. Hem ben Beşirispor’un kalecisiydim, ileride Amedspor’un en iyi kalecisi olacağım sözünü verdim kendime, hem geçenlerde sendika da bağırarak bildiri dağıtıyordu: “Bu yoksulluk bizim yoksulluğumuz değil. Verimli topraklarımızı verimsiz hale getiren, bizi köylerimizden, kentlerimizden eden sistem bize köleliği, onursuzluğu dayatıyor. Bizleri buraya sürgün edenler, kendi topraklarımızın üzerinde mülteci konumuna düşürenler, bugün de buralarda yaban ellerde haklarımızı gasp ediyor.” Evet ne yazık ki aldığımız ücret bir evin kirası kadar değil, mesailerle gece yarılarına kadar çalışarak biriktirdiğimiz para çift bordro uygulayarak asgarisini hesaba yatırarak diğer geri kalanını gayri resmi (elden) veriyorlardı. Sendikanın da dediği gibi bu durum işçinin geleceğini karartıyordu. 45 saat üzeri mesailerimizin %50’si verilmiyordu, hafta tatilimiz de gasp ediliyordu. Çalışıyorsak sadece bir yevmiye veriyorlardı, çalışmazsak hiç verilmiyordu, yani dinlenme hakkımız olan pazar günü çalıştığımızda da %50 mesaimizi de gasp ediyorlardı, ihbar kıdem tazminatı vermemek için bize her türlü oyunu yapıyorlardı, aylarca çalıştırıp kuru maaşla kapı dışarı ediyorlardı, zaten taşeron sistemi ile gasp, inkar, bir kültür haline gelmiş.
Benim ismim Umut, ismime yakışanı yapacağım. Herkese Umut olacağım. Sendikalıların dediği gibi; “biz patronlara değil patronlar bize muhtaç, biz milyonlarız, onlar tek. Çalışan biz, üreten biziz. Yaşamı kuran biziz. Biz olmazsak yaşam olmaz. Bizim sırtımızdan zenginliklerine zenginlik, mülklerine mülk katıyorlar. Biz ise uzun çalışma saatlerine rağmen evimize ekmek götüremiyoruz. Faturalarımızı ödeyemiyoruz” Ne kendimiz okuyabildik ne kardeşlerimizi okutabildik. Böyle gelmiş böyle gider safsatasına inanmıyorum ve ilk işim bu durumu değiştirmek.
Neyse yatayım, koca ülke ayakta uyuyor, hala uyuyamadım tahtakurularından. Haksızlık yapmayayım, benim gibi uyumayanlar da vardır. İşsiz olması, yokluk çekmesi, kimliğinden ötekileştirilmesi, ay başını getirememesi, çocuklarını okutamaması, çorbayı kaynatamaması, yanlış anlamayın doğalgazın olmamasından değil faturasının yüksek gelmesinden ya da evde mercimeğin olmamasındandır. Yoksa çorbayı kaynatda ne var ki.
Yeter yatmam gerek, sabah uyanamazsam üçgenli peynirden, haşlanmış yumurtadan, 3-5 zeytinden de olacağım. Penceremin manzarası da yok ki her yer beton blokları toz duman, gürültü, gökyüzü görünseydi küçücük pencereden, belki dalmış uyumuştum şimdiye kadar.
Etrafımı saran bir sıcaklık hissediyorum, bu sıcaklık hiç annemin diktiği yorgana benzemiyor. Üstüme bir şeyler düşüyor. Bu kerpiç evimizdeki damlayan yağmur damlasına hiç benzemiyor. Bu lanet neyse önüne geleni yakıyor, patlatıyor. Uyanmam lazım, beni de yakıyor, beni de boğuyor. Bu rüya değil canımı çok yakıyor, uyanmam lazım. Dışarıda delinin biri, bir yerleri tekmeleyerek, camı çerçeveyi kırarak kendini aşağıya atsın diyor. Ben yanıyorum, ben boğuluyorum. Ben ölüyorum, nefessiz kalıyorum her yer kapkaranlık, gözlerim hiçbir şeyi görmüyor ateşten, kapkara dumandan başka. Tekmeleyecek, kıracak bir yeri göremiyorum, dumandan, ateşten atlayacak bir yer de yok. Bunu söyleyen kişi beni yakan yangından, beni boğan dumandan kurtarabilir mi? Yangın alarmı neden beni uyandırmadı, duman dedektörü neden devreye girmedi, kuru kimyevi tozlu tüple neden müdahale edilmedi. Beni suçlayan yetkili, camı kırıp kendini aşağıya atamadı diyen yetkili, yangın tüpüyle müdahale edemiyor musun? Yoksa tüpün mü boş? İtfaiyeyi neden çağırmadın? Yoksa itfaiye yanaşacak bir yer mi bulamadı? Ben hala yanıyorum, beni neden kurtarmıyorsunuz? Yoksa siz kendi derdinize mi düştünüz? Kendinizi nasıl kurtaracaksınız bu katliamı örterek?
Çığlığımı duydunuz, son nefesime kadar sizi uyandırmak için canım pahasına bağırdım. Şimdi Melek oldum, kimin ne yaptığını kimin ne söylediğini duyuyorum. Üzülen arkadaşlarımı görüyorum, yangından dumandan etkilenen arkadaşlarımın iyi olduğunu biliyorum. Bir de ihmaller zinciri yaratanların nasıl beni suçladığını duyuyorum. Her şeyin dört dörtlük olduğunu göstermek için yangın tüplerinin çalışır vaziyete getirildiğini görüyorum. Bu göstermelik akıl hiçbir şeyin üstünü örtemeyecek. Hem inşaatın önünde hem Adli Tıp merkezinde hem de adliyede bunu takip eden sendikacılar var, örgütlü insanlar var.
Konuşulanları duyduğumu söylüyorum. Benim çığlığım yüzlerce insanın yaşamına yaşam vermiş. Yangın alarmının sesinden değil, benim çığlığımla uyanan arkadaşlarımın yangından, dumandan zor bela kurtularak kendilerini dışarıya attıklarını öğrendim.
Bu faciadan sonra aracın kornası bile arkadaşlarımı ürkütüyor. Yangından, dumandan, ölümümden çok etkilenmişler. Psikolojik olarak tedavi görebilmesi gerekirken, biraz dinlenip iş ortamından uzak durması gerekirken, bir gün sonra hemen işe başladığını görüyorum. Gocunmuyorum ama, bari 3 gün yas günü olsaydı, birkaç gün de izin verilmiş olsaydı, bu ortamdan uzak tutulmuş olsaydı daha iyi olacaktı. Üstelik yanarak can verdiğim koğuşun 1 metre ötesinde, koğuşlarda yatan arkadaşlarım var. Daha önce de yangın çıkarak bir arkadaşımız daha ölmüştü, bugün aynı yerde ben öldüm. Kim bilir yarın sıra hanginizde, çünkü birkaç gün sonra hiçbir şey olmamış gibi herkes hayatına devam edecek. Zaten hala işçi güvenliği, işçi sağlığı zırhına kavuşmuş değil, işçi kampımız.
Seslenmek istiyorum. Beni yakan, beni nefessiz bırakan, benim yaşamıma neden olan bu sisteme karşı birlik olmazsak, omuz omuza veremezsek, tek yürek tek yumruk olamazsak, hepimiz bir bir öleceğiz. Kimimiz yanarak, kimimiz iskelede, çatıdan düşerek, kimimiz asansör havalandırma boşluğuna düşerek, kimimiz yediğimiz bir yemekten zehirlenerek öleceğiz. Örgütsüz bir bireyin, bir toplumun yaşama şansı olmadığı gibi, örgütsüz bir işçinin, bir sınıfın, bir sendikanın da yaşama şansı yoktur.