Greenpeace, yani ‘Yeşil Barış’ hareketi, dünyanın yaklaşık 1/5’inde örgütlü bir hareket olarak bilinir. Fakat, Nuh Tufan hikayesinden hareketle dünyanın sayılır sit alanlarında birisi konumunda olan Cudi Dağı gibi bir kültürel mirasa sahip çıkmamıştır. Bırakın sahip çıkmayı, tek bir cümlelik bir açıklama dahi yapmamıştır
Doğan Kılıçkaya
Ekoloji kavramı, insanların birbirleriyle ve çevreleriyle olan ilişkilerini inceleyen bilim olarak adlandırılır. Canlılar âlemindeki insan türünün oluşturduğu topluluklara, toplumsal doğa; onun dışındakilere de doğanın kendisi denir. O, insan türünün dışındaki her şeyi kapsar. Doğanın kendisidir O. Onun içindir ki ekoloji bilimi de esas olarak bu her iki var oluş biçiminin birbirleriyle uyumunu düzenlemek için kurallar, ölçüler oluşturur. Oluşan bu kural ve ölçülere göre yaşamak ise genel bir kültür ve toplumsal ahlak kurallarına dönüşür. Böylece toplumsal bütünlüğün parçaları olan bireylere de oluşan bu kültür ve ahlak kurallarının uygulanması, temsil edilmesi ve daha güçlendirerek toplumsal yaşam biçimine dönüştürülerek sürdürülmesi görevi kalır.
Elbette bu tanımlamamızı daha da güçlendirecek eklemlemeler yapılabilir. Sorun, esas olarak tanımlamada olmadığından buna fazla takılmayacağız. Esas sorunun asgari düzeydeki ortaklaşmış tanımlamanın neresinde olduğumuzdur. Şöyle kaba taslak bir araştırma yapsak sadece yaşadığımız coğrafyamızda yüzlerce “çevre” ve “ekoloji” tabelasıyla karşılaşırız. Hatta bunu sınırlı imkanlarla da olsa yapanlar olmuş ve elde ettikleri veriyi, beş yüzün üzerinde bir sayı olarak da bizimle paylaşmış bulunmaktadırlar. Beş yüz “çevre ve ekoloji” kurumu. Yabana atılacak bir sayı değil. Bir de bunların “merkezi” ve “alt şubeleri” var.
Her birinin oluşumunu da sonuç itibarıyla insanlar gerçekleştirdiğine göre bunu da sadece dernek, vakıf vb. oluşumların zorunlu asgari üyelik sayısına vurduğumuz da karşımıza devasa bir rakam çıkar. Sayının gücüne bakınca elbette insan heyecanlanıyor, “Bu kadar çok muyuz?” diye sevinç çığlıkları atası geliyor. Ama dönüp yaşamın acı gerçeğiyle karşılaşınca heyecan falan kalmıyor.
Çünkü içinde yaşadığımız çevremiz her gün biraz daha yok oluyor. Yaşamın o büyük armonisini oluşturan canlı türlerinden her an, her saniye bir kısmını daha kaybediyoruz. Bütün canlılara yaşama coşkusu ve heyecanı kazandıran doğanın buram buram kokan kendisi bile yaşlanmış, yorgun düşmüş bir ninenin nasırlı elleri gibi susuzluktan çatlamış yüzü, küskün ve umutsuz bir şekilde sarılıyor kendi kendisine. Hiçbir şeyi yeşertemiyor, hiçbir şey üretemiyor. Kupkuru kalmış sahipsizlikten. Düne kadar her anı var edip beslemek olan o değilmiş gibi umutsuzca izliyor kendisini talan edenleri. Hiçbir karşılık istemeden verdikleri, sorumsuzca kendisini talan ettiklerinden umut bile dilenmeden kendi yok oluşunu izliyor. Ama nereye kadar? Onu ne o biliyor ne de biz. Belki de mahşer yaklaşıyor.
Ve her geçen gün yaşam alanlarımız biraz daha yok oluyor. Ormanlarımız yakılıyor, “orman vasfını yitirmiş arazi” denip arsaya çevriliyor. Dağlarımız buldozerlerle sökülüp elekten geçirilerek yerle yeksan ediliyor. Sularımız başta siyanür olmak üzere her türlü maden sektöründe kullanılan kanserojen maddeler ve zehirli atıklarla kirletilmekte ve artık dünyamızın da temizleyemeyeceği düzeye ulaştığından göllerimiz, derelerimiz, çay ve ırmaklarımız hızla kuruma ve yok olma sürecine girmiştir. Kısacası içinde yaşadığımız dünyamız sürekli bir SOS işareti veriyor. Yani Kaz Dağları’ndan Cudi’ye, Bergama’dan İkizdere’ye, Botan’dan Kelkit’e kadar doğa bizi imdada çağırıyor.
Ama bütün bu “çevre” ve “ekoloji” tabelalarının arkasında insan olmayınca hiçbir şeye yaramıyor. Çoğu tabelanın adıyla hiçbir alakası bulunmuyor. Tıpkı doğamızı talan edenler gibi onlar da çevre ve ekoloji hareketlerinin adını kullanarak sistemden yararlanmak istiyorlar. Onun için en başta bu fırsatçı, yağmacı ve talancı, yaranmacı, yalaka oluşumlardan kurtulmak gerekiyor. Örneğin; Greenpeace yani “Yeşil Barış” hareketi, dünyanın yaklaşık 1/5’inde örgütlü bir hareket olarak bilinir. Fakat, Nuh Tufan hikayesinden hareketle dünyanın sayılır sit alanlarında birisi konumunda olan Cudi Dağı gibi bir kültürel mirasa sahip çıkmamıştır. Bırakın sahip çıkmayı, tek bir cümlelik bir açıklama dahi yapmamıştır.
Çünkü Cudi Dağı, Kürdistan coğrafyasındadır. Adı “çevre” ve “ekoloji” hareketi de olsa Kürdistan’da yaşanan savaş, hem de en kirlisinden dünyanın yasaklı silahlar listesindeki kimyasallarından nükleerine kadar her türlü gayriahlaki silah HPG’lilere karşı kullanılıyor. Sadece o da değil, bu yasaklı silahları kullananların kendi ölülerini de yakıp yok ederkenki görüntüleri de yayılmaya başladı. Kürdistan’da sadece soykırım ve doğa talanı yaşanmıyor, soykırıma uğrayan sadece Kürt toplumsallığı değil, insanlığın kendisinin de bittiği bir yere dönüyor. Dolayısıyla kendi insanlığına sahip çıkmayanların Kürdistan’daki ekolojik yıkım ve talana karşı çıkması elbette düşünülemez.
Bu da gösteriyor ki, mevcut durumda herkesin ve her çevrenin üzerine büyük ahlaki ve vicdani sorumluluklar düşmektedir. Ekoloji biliminin insana yüklediği bu ahlaki ve vicdani sorumluluklar yerine getirilmeden biyolojik dengeyi inşa etmek mümkün değildir. Bu da “esas olarak türlerin simbiyotik ilişkisine” saygıyla gerçekleştirilebilir. Kürd’ün varlığına saygılı olmayı başaramayan birine, başkaları da saygı göstermez. Dolayısıyla her şeyden önce halklar, ezilenler ve ötekileştirilenler olarak hep birlikte birbirimize saygılı davranmayı bilecek ve demokratik, ekolojik birliğimizi güçlendirerek yaşayabileceğiz.