Gülten Kaya ile Ahmet Kaya’nın 22. ölüm yıldönümünde ölümsüzlüğünü konuştuk: Ahmet bugün de hayatta, ozanlar hep hayatta, gidenler bizim gibi dünyalılar. Şarkılarım Dağlara, Beni Bul Anne, İçerden Çıkan Adam gibi birçok eseriyle 22 yıl sonrasını da ifade etmiş oluyorsa o zaten aramızdadır
Nezahat Doğan
Siyasi-politik tarafından, kendi Kürt dilinden, kültüründen, kimliği ve kişiliğinden, tüm bunların bileşkesi olan duruşundan ödün vermeden; sisteme, ayrıştırmaya, ötekileştirmeye karşı duran; sanatını, sözlerini, müziğini bu inanç ve aidiyetle savunan bir değerdi Ahmet Kaya… Anadilinde Kürtçe şarkı söylediği için hedef gösterildi. Linç kampanyalarıyla karşı karşıya kaldı. Ölümle tehdit edildi ve kendi yaşadığı coğrafyadan sürgün edildi. O dönem bunlara neden olanlar bugün günah çıkarsalar da, o gün Ahmet Kaya’nın “öldükten sonra değil, şimdi anlaşılmak istiyorum,” “ben tam bağımsız ve demokratik bir ülkenin yurttaşı olarak yaşamak istiyorum,” diye haykırdığı sözlerini duymuyorlardı.
Bu onların körlüklerinden ve sağırlıklarından mı kaynaklanıyordu? O kadar “masum” muydu? Yoksa, 1980 darbesi sonrası Türkiye’deki başta Kürtler, sosyalistler, aydınlar, demokratlar ve özgürlük savunucuları Diyarbakır’dan Mamak’a kadar her yerde zindanlarda, işkencelerde, ölümlerde ve idamlardayken; Ahmet Kaya’nın 1984 yılında “Ağlama, bebek, ağlama sen de… Umut sende, yarın sende, çok uzakta öyle bir yer var, o yerlerde mutluluklar, bölüşülmeye hazır, bir hayat var,” diyerek ve umudun sesi olarak başladığı sanat yaşamı boyunca özgürlükten, bağımsızlıktan, demokrasiden, eşitlikten, kardeşlikten yana, Kürt ve demokrat aydın duruşuna karşı bilinçli bir tavır mıydı?
Ahmet Kaya, Kürt kimliğinden, tavrından hiç taviz vermedi. Peki, bugün aramızdan ayrılışının üzerinden 22 yıl geçmesine rağmen belli odaklar tarafından Kaya’nın mezar taşının tahrip edilmesinin, hala ötekileştirilmeye çalışılmasının ve Kürtlere, Kürt müziğine tahammülsüzlüğün daha da keskinleştiği bir dönemdeyiz… Ahmet Kaya ölümsüzlüğünü dilden dile dolaşan ve bugünü anlatan şarkılarıyla taşırken, eşi Gülten Kaya da onunla aynı yürekli duruşu sisteme karşı ödün vermeden sürdürüyor. Ve diyor ki: “Ben, kadın, Alevi, Kürt, sosyalist, anne, muhalif bir bireyim! Beni yönetemezsiniz. Aklım ve varoluş biçimimle; onurumla; hayatı, insani haklarımızı, haklılığımızı savunuyorum.” Gülten Kaya ile Ahmet Kaya’nın 22. ölüm yıldönümünde ölümsüzlüğünü konuştuk…
- Sanat yaşamı boyunca ötekileştirilen, linç edilmeye çalışılan, DGM’de yargılanan, hapis cezaları verilen ve her zaman “Öldüğümde değil, yaşarken anlayın beni,” diyen Ahmet Kaya’ya ölümünden sonra sayısız ödül ve 2013 yılında da müzik alanında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü verildi. Bu ödül neyin sonucuydu?
Bir ödülle linç, başka bir ödülle taltif(!) edilmek ancak böyle bir ülkede olurdu zaten. Linç etmek istedikleri 1999 senesindeki ödül töreninde Kürt halkının varlığına ve kültürüne dair algı, ikinci ödül verildiğinde değişmemişti ama az da olsa değişebileceğine dair bir umut besleyenler vardı. Zaten kapalı olmaması gereken bir durumun adına da “açılım” denmişti ve barışın doğası gereği bu umuda tutunmak isteyenler vardı. Ben de orada yaptığım konuşmada “Uzattığınız bu eli eşim ve Kürt halkı adına tutuyorum,” minvalinde bir cümle kurmuştum. Belki dönemin ruhu bunu, bu ödülü gerektirmişti. Ama sürecin içi doldurulabilseydi, ödüle de Kürt kültürüne dair algıya da bir anlam boyutu eklenmiş olurdu. Olamadı maalesef… Tarihe iz bırakmak ve değer katmak isteyenler cesurdurlar.
- Anadilinde Kürtçe şarkı söylemek istediği için bu ülkede hedef gösterildi, linç edildi ve sürgünde yaşamını yitirdi. Ahmet Kaya sanatıyla ve geride bıraktığı onlarca eserlerle yaşamaya devam ediyor. Fakat ona sürgünü, linçi, zulmü yaşatan ülke bu yükü taşıyor mu sizce?
Belki buna topyekûn “tarihsel yükler” ya da “tarihsel günahlar” demek lazım. Hayata, gidişata, suyun akışına müdahale etme şansınız ya da fırsatınız varsa, en az iki tercihiniz olur; Biri, korkarak ya da inanarak bu yükle yaşamak, diğeri cesaretle ve yine inanarak bu yükü indirmek. Tabii bunun hem bireysel hem sistemsel yanı da var. Sistem açısından bakarsak; bu sistem diğer tüm tarihsel yükleriyle birlikte yola devam ettiğini sansa da, “adalet” aynı zamanda hayatın da adaletidir ve o yol maalesef düze çıkmıyor. Bireylere bakıldığında da, bu iletişim çağında her birinin trajedisini de dramını da görmek mümkün. Çünkü yaşadığınız çağın farkında olup, hak-hukuk dengesini gözetip, hayata doğru anlamda müdahale etmediğinizde bu denge sizin aleyhinize işliyor. İnsan eliyle yazılmış yasalar değişiyor da, hayatın adalet dengesi değişmiyor galiba. Doğada bir Anayasa yok ama kendi içinde bir adalet var.
- Ahmet Kaya Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şiir okuduğu için cezaevine gireceği 1998 yılında, “Düşünceye özgürlüğün olduğu, şarkı söyleyenlerin, şiir okuyanların tutuklanmadığı, tutuklanamayacağı dönemlerde bir daha görüşmek üzere,” demişti. Ahmet Kaya’nın ölümünün üzerinden tam 22 yıl geçti. Bugün hala sanatçıların söylemlerine davalar açılıyor, konserler yasaklanıyor, gazeteciler tutuklanıyor. O günden bugüne değişen ne oldu? Ya da değişmeyen?
Açıkçası sizin de örneklemeniz üzerinden pek de bir şeyin değişmediğini görüyoruz. Değişmezlik hâkim hâlâ ve ne tuhaftır ki bu diyalektiğin bile yasalarına ters bir durum. Doğrusu benim kaplumbağam “sabit efendi” bile daha hızlı yürüyor. Sanırım dikey örgütlenmiş erk yapıları, toplum olamama, eğitimde bilinçle şırınga edilen yapay ezberler, yurttaş olma bilincinden yoksunluk, demokratik kültüre sahip olamamak gibi bizleri bezeyecek ve geliştirecek çok fazla normdan uzak tutulmuşuz bilinçli olarak. Acıklı değil mi? İnsanlığın en doğruya olan yürüyüşünde 22 yıl çok da az bir zaman değil. Bu süre yeni bir kuşağın hayatın sahnesine çıkma süresidir. Dolayısıyla acıklı ve acılı zamanların içinden geçiyoruz.
- Ahmet Kaya bugün hayatta olsaydı o nasıl bir tavrın sahibi olurdu?
Ahmet bugün de hayatta… Ozanlar hep hayatta, gidenler bizim gibi dünyalılar oluyor. Onlar, yarattıkları ve geniş zamanları kapsayan sözleriyle, eserleriyle söylemiş oluyorlar diyeceklerini. Kulak verildiğinde, her döneme dair ne söylediklerini gayet iyi duyarız. Bu bir varoluş ve duruş biçimidir çünkü. “Şarkılarım Dağlara”, “Beni Bul Anne”, “İçerden Çıkan Adam”, “Hani Benim Gençliğim Nerde” gibi birçok eseriyle 22 yıl sonrasını da ifade etmiş oluyorsa o zaten burada, aramızdadır ve yerinde sayanlar da belli demektir.
Hayatın içinde Ahmet demek istiyorum, bu anlamda izlerini sürmek mümkün. Hayal kuranlar ve onu “orada, şurada” görmek isteyenler vardır elbette ama 43 yıllık ömrü ve üretimi de hayatın ve zamanın tam burasında işte.
- 1999’da ödül gecesinde Ahmet Kaya’ya çatal fırlatan, linç etmeye çalışan, manşet atan kişiler bugün pişman olduklarını ifade ettiler. Günah mı çıkarttılar?
Bilmem ki… Günah çıkarmak da tuhaf bir kavram, günah olduğunu bildiğin şeyi yapıp rahibin karşısına çıkınca günah yıkanıyor mu, paklanıyor mu, insan ahlakı temizleniyor mu, bilmiyorum doğrusu. Hangi kata çıkıldığında bu kabul görüyor onu da bilmiyorum ama insani anlamda bende kabul görmüyor. Kıyılmış ve yok edilmiş olan hiçbir şey yerine konamıyor, o nedenle herkes günahıyla yaşasın, adına yaşamak diyebiliyorsa… Bu konuya dair çok uzun, aydınlanmacı yaklaşımlara ihtiyacı var bu toplumun ama hangi medya ya da eğitim-iletişim kanalından olacak ki bu. Oysa yeni kuşakların en çok da ahlaki, vicdani, entelektüel donanım ve normlara ihtiyacı var bu inkârcı coğrafyada.
- Bu dönemde de çatal atanlar yok mu? Şebnem Korur Fincancı ve ona destek verdi diye yönetmen Özcan Alper hedef gösterildi. Bu dönemin sanatçıları da linçten sonra yarım ağız konuşup, susuyorlar mı?
Geriye gidebildiğimiz tarihte, Ortaçağ karanlığı da dâhil, yaratılan korku toplumuna rağmen hayatı aydınlatan ve ileriye ışık tutanlar hep var olmuşlardır ve olacaklardır. Yoksa ilkel komünal toplumdan bugünkü “modern” denilen çağa geçiş olamazdı. Yalancı ve ezber bir tarihe sığınmayan, görebilen ve gördüğünü anlatabilen, “ben tanığım” diyenler, yani verili ve kurulu anlamdaki sözüm ona “moralleri bozanları” hayat kendi bünyesine alır. Yeter ki insanlık tarihini doğru okuyabilelim. Sevgili Şebnem Korur Fincanı en ahlaki ve mesleki cümlelerini kurmuştur, sevgili Özcan Alper de şık bir sanatçı duruşu ile…
- Kürt sanatçılara yapılınca normal ama daha popüler isimlere yapılınca bir ağızdan tepki, çifte standart bir yaklaşım ve dar alana sıkışmayı ya da sinmeyi getirmiyor mu?
Elbette öyle. İnkârcı toplumlara ve dönemlere ait Ahmet Kaya-Yusuf Hayaloğlu’nun ortak eseri açıklıyor bunu zaten; “Dokunma bana, fişlenirsin – dokunma bana, sen de yanarsın…” Ben bu dizeyi bir Kürt olarak algılıyor ve hissediyorum. Yalancı bir tarihin beslediği acıklı zihin dünyası 2022 yılında bu durumda. Ne diyebiliriz ki acımaktan başka? “Sanatçı” olarak algılananların çoğu kendisini entelektüel anlamda donatmaktan, beslemekten, zamana ve çağa tanıklık etmekten bîhaber. Hayatın ileriye akışı neden bu kadar ağır, belli değil mi? Sanat en taşıyıcı alanken üstelik. Tabi önce “sanat” ve “sanatçı” kavramlarını doğru algılamalıyız, sanatın replikası olmaz.
- Ahmet Kaya yürekliliği neden yok?
Çook nedeni var da burada anlatmaya yerimiz yok! Sıraya ve hizaya girenler-girmeyenler, diz üstü duranlar-ayakta duranlar, başını eğenler-kaldıranlar, farkında olarak yaşayanlar-yaşadığını sananlar, cahiller, yalancılar, ürkenler dünyasındayız. “İnsan” olma halleri o kadar da kolay değil demek ki.
- Yüzleşme olmadı. Olsaydı şimdi böyle olur muydu?
Yüzleşme de tıpkı “günah çıkarma” gibi ezber bir tanım olma yolunda. Bir daha o günah yoluna dönmemek, o yoldan bir daha asla geçmemek, o yolun tüm sonuçlarını yaşamış olanları buna ikna etmek, bunda kararlı olmak, bunun güvencesini verebilmek, son derece büyük, önemli ve güvence içeren adımlar atmayı gerektirmez mi? “Yüzleşme” kavramını kullandığınızda, bunda kararlı iseniz, diğer günahkârların masasını terk etmeniz gerekir. Bu anlamdaki gerçek yüzleşme elbette toplumda yol almayı sağlar. Yani yapılanı göstermek, hatırlatmak ve bunun olmaması gerektiğine inandığınızı, bir daha asla olmayacağına dair bir güven vererek buna zemin kurmanız, tabi ki rahatlatıcı ve hatta kısmen sağaltıcı da olabilir.
- Sanat ve sanatçı özgür olmazsa bir toplum nasıl özgürleşebilir?
Kısa ve net: Kimse özgürleşemez. Sanat en dinamik, en özgür, hayatı ileriye taşıyan en önemli alandır çünkü.
- Üreten, gerçeği dair söz söyleyenler neden hep hedef tahtasına oturtuluyor?
Cehaleti yönetmenin “en kolay” olduğunda hem fikirizdir sanırım. Gerçek aydınlatıcıdır, sorgulatır, sebep-sonuç ilişkisi kurdurup beraberinde çözüme de götürür ve özgürleştirir. Toplumların içe kapatılması, korkutulması, hep savunma sathında hissetmelerinin sağlanması son derece bilinçle kurgulanıyor sanırım. Bunun bir şekilde deşifre edilmesi kuşkusuz rahatsızlık yaratıyor işte. Ozan demiş ya; “dokunma keyfine yanan dünyanın”.
- Kürtçe müzik ve var olan bir dil yok sayılıp önüne geçilebilir mi?
Elbette hayır. İletişim çağındayız ve tüm dünyanın kullandığı diller birbirine çevrilebiliyor. Bu coğrafyanın inkârlarının içerde karşılık bulması dahi dönemseldir, yönetseldir vs. Kürtçe-İngilizce, Kürtçe-Fransızca, Kürtçe-Türkçe karşılaştırmalı sözlükler ne kadar yok sayılırsa sayılsın, arama motorlarındaki çeviri yazılımlarında bile Kürt dili var artık. Bazen şöyle düşünüyorum: Yüzyıllık bir yok saymayı sürdürülebilir kılmanın sonucunda aslında gelip giden tüm iktidarların bu devamlılığa tutunması da bir tür çaresizlik aslında. “Kürt diye bir şey yok,” ezberinden sonra “Kürt diye bir şey var”a dönmeleri kolay olmayacaktır. Bir kavram var; “etnisite mühendisliği”. Belki günümüze kadar bundan yapay da olsa bir sonuç alınmış, homojen bir yapı kurulmak istenmiştir ama bu gömlek Kürt’e de, yok sayılan diğer tüm halklara da dar geliyor artık.
- 22 yıl önce de Kürt müziğine müdahale vardı, bugün de… Değişmeyen ne?
Gerçi bugün de o “değişmeyen” ile baş başayız. Ama az sayıda olsalar da, “bunu yüzümüze vurmayın,” diyenler var artık. Bu utançla yaşamak kolay değil tabi.
- Ahmet Kaya’nın hep, “ben tam bağımsız ve demokratik bir ülkenin yurttaşı olarak yaşamak istiyorum,” sözlerini hatırlıyoruz. Hep de Türkiye halkları olarak tarif ettiği yerde 22 yıl sonra mezar taşı kırılıp, tahrip edilip üzerine Türkiye yazılıyor… Sistemi anlayan ve çözümleyen biri olarak bu ülkede nelerin değişmesini ve nelerin yapılmasını isterdiniz? 21. yüzyılda nereye doğru gidiyoruz?
Ölüye Saygı ve Adalet Konferansı’na kısa bir katılım sağlayan kızım “Biz bu nefretin acemisi değiliz. Babamın mezarına ‘Türkiye’ yazınca vatanı kurtarmış mı oluyorsunuz? Bunu yaparken Ahmet Kaya’yı bir kere daha öldürdüğünüzü sanıyorsanız, siz Ahmet Kaya’yı öldüremezsiniz,” demişti. 1800’lerin başında kurulan, Paris komünarlarının da bulunduğu o alana girip bunu yapanların, ırkçılık anlamında ilk ve tek örnek olduklarını dahi bilmediklerini düşünüyorum. Bazen gençlerin sıklıkla kullandığı bir cümleye rastlıyorum sosyal medyada; ‘Bu ülkeyi tepeden tırnağa bir yıkamak’, tüm hastalıklarından, günahlarından ve kirlerinden arındırmak lazım. Bunun adına yurtseverlik diyoruz biz.
- Gülten Kaya’nın derdi ne?
Doğrusu bizlere artık birer birey ve insan olduğumuz dahi unutturulmaya çalışılıyor. Hayal kuramayan, gelecek tahayyülleri elinden alınmış, kör ve karanlık bir geleceğe doğru yol almamız istenen, söz hakkı kullandırılmayan ama her şeye rağmen aklını yitirmeden, tersine yine de ve yine de aklını memleket meseleleri için kullanmaya çalışan insanlar olduk. Ben neler istemem ki… Gülten olarak yine de kendi adıma, çocuğum, ailem ve tüm sevdiklerim için beden ve ruh sağlığı isterim. Fakat hayat adına isteklerim var. Özgür hissetmek, güvende hissetmek, düşüncelerimi ve fikirlerimi (şu anda yaptığım oto-sansürü kullanmadan) özgürce ifade etmek, memleket-yurt aidiyeti hissetmek, tüm bir ömrü amade ettiklerimizin hiç değilse gelecek kuşaklara hayrı olacağını hissetmek… En yüksek perdeden; ben kadın, Alevi, Kürt, sosyalist, anne, muhalif bir bireyim! Beni yönetemezsiniz. Aklım ve varoluş biçimimle, onurumla hayatı, insani haklarımızı, haklılığımızı savunuyorum, diyorum. İstediğim bu…