Gecenin geç saatleri. Yine de cadde hayli kalabalık. Hızlı adımlarla koşturuyorum gideceğim yere giden günün son trenine yetişmek için. Treni kaçırırsam nasıl gideceğimi bilmiyorum eve. Treni kaçırma kaygısı ağrılı bir yabancılık duygusu ile birleşerek yüreğimden bacaklarıma bir ağırlık gibi sarılarak ilerliyor. İçimde büyüyen telaşla bedenimi, şehrin kalabalığından sıyırarak hedefime ulaşmak için canhıraş ileri atılıyorum. Birkaç kişiye çarpıyorum ardı ardına. Dönüp onlardan özür dilemek daha da vakit kaybettiriyor. Bir an duraksıyorum. Dönüp etrafıma bakıyorum, benden başka koşturan var mı diye. İnsanlar sakince dolaşıyorlar caddede. Ele ele tutuşmuş yürüyenler, ayakta sohbet edenler, birbirine bir şeyler anlatanlar… Şehrin sakinliği, bedenime biriken telaşı yavaş yavaş boşaltıyor caddeye. Yabancı bir ülkede, bilmediğim bir şehirde, kalacağım eve giden son treni kaçırmanın bende yarattığı bu telaşa şaşırıyorum. Treni kaçırırsam sokakta kalacağım. Taksiye binmem mümkün değil, çünkü çok uzak kaldığım yer, çok yazar taksi parası. Sokakta kalmak duygusu mu beni bu kadar telaşlandıran yoksa kalacağım sokağın bana yabancı oluşu mu?
Adımlarımı iyice yavaşlatıyorum, ne olacaksa olsundu. Belki başka bir tren bulurum, belki yürürüm kalacağım eve kadar. Yürüyerek gidebileceğim fikri bana iyi geliyor. Ne kadar sürerdi acaba yürümek? Yabancı bir ülkede olmanın yeni can yoldaşı navigasyonu açıp bakıyorum telefonumdan, kaldığım yerin adresini yazıyorum. Navigasyon gideceğim adrese yürüyerek dört saatte gidebileceğimi söylüyor bana. Mesafe beni ürkütmüyor, hatta dört saat yürüyerek eve ulaşabileceğim fikri beni rahatlatıyor. Sonra elimdeki telefonu dört saat açık tutarak yürüyemeyeceğim bilgisi bulandırıyor içimdeki rahatlamayı. Telefonun bataryası, dört saat yetmeyecek. Rotayı belirleyip telefonu kapatıp yürürüm, sonra ara sıra telefonumu açıp mesafenin kısaldığını görürsem doğru istikamette olduğumu anlarım diye düşünüyorum. Bu çözüm beni tekrar biraz önceki rahatlamaya taşıyor. Hatta yol üzerinde açık kafe ya da bir akşamcı restorana denk gelirsem, oturur bir kahve içer dinlenir, hem de telefonumu şarj ederim diye düşünüyorum. Bu da rahatlatıyor beni. Çantamı yokluyorum, şarj cihazını yanıma almamışım. Ooof ne çok handikabı var teknolojiyle yaşamanın. Yaşamını mı kolaylaştırıyor, yoksa seni cendereden cendereye mi sürüklüyor belli değil. Yaşadığım duruma teknolojiye bağlı olmayan en sağlam çözümüm yürümek. Ama o da navigasyona bağlı.
Yabancı bir ülkede sokakta kalma telaşından, insanın teknolojiye bağımlılığının yarattığı handikaba uzanan iç sorgulamalarımla navigasyonsuz bir şekilde başka bir caddeye gelmiş olduğumu fark ediyorum. Nehrin kenarında bir caddede gitar çalıp eğlenenler, meydanda dans edenler. Nehrin kıyısına doğru sürüklüyor beni ayaklarım. Nehir bana tanıdık geliyor. Dünyanın tüm nehirleri bana tanıdık gelmiştir hep. Bir şehirde nehir varsa kaybolmazdı ki insan. Caddedeki ışıklı dükkanların önünden nehre doğru seğirtiyorum. Ipışıl bir vitrinde yere serdiği bir döşeğin üzerinde yatan bir adam dikkatimi çekiyor. Bunun bir enstalasyon olduğunu düşünüyorum önce. Çağdaş sanatla aram çok iyi olmasa da bazen çok hin fikirler, çok çarpıcı işler çıkabiliyor. Yaklaşıp yakından bakıyorum. Bu bir vitrin değil. Bankanın para çekme makinelerinin olduğu kapalı bir alan adamın yattığı yer. Başucunda birkaç kap içinde yiyecekler, su ve ekmek. Onların yanında da küçük bir saksı içinde, küçük cılız bir çiçek duruyor. Bu bir enstalasyon değil. Sokakta yaşayan bir adamın kendisini kapitalizmin bir hücresine yerleştirişi bu. Hiçbir cin fikirli sanatçı, bu adamın yaptığı gibi finans kapitalizme itirazı bu kadar keskin ve derin enstale edemezdi. Kim bilir nereden bu şehre, bu ülkeye gelmiş bir yabancıydı. Yahut buraya yabancılaşmış bir yerliydi. Kendi sokakta kalma telaşımın utancı bütün bilincimi yalayıp geçti. Aslında çözüm ne kadar da basitti. Sokakta kalmanın özgürleştirici düşüyle navigasyondan tayin ettiğim yön üzerinden eve doğru adımlarımı sıklaştırıyorum.