TTB eski Başkanı Gençay Gürsoy ile ‘kimyasal araştırılmalı’ diyen Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklanmasını konuştuk: Zülfiyâre dokunan herkes suçlu iktidara göre. TTB, 70 yıllık geçmişe sahip, hekim kitlesi de kolay kolay bu iktidarın dümen suyunda gidebilecek bir yapıda değil
Nezahat Doğan
Türkiye’de giderek derinleşen ekonomik, sosyal ve siyasal krize karşı gelişen toplumsal ve demokratik reaksiyonları baskılama politikası, gazetecilere, aydınlara ve bilim insanlarına dönük baskı ve şiddet sarmalının da her geçen gün artmasıyla kendini gösteriyor.
Gerçeği sorgulamak, gerçeği yansıtmak ve gerçek anlamıyla gazetecilik yapmanın bedeli şiddete maruz kalmak, gözaltına alınmak ve tutuklanmak oluyor. Bilim insanlarının, bilimin temel gereği olan ‘sorgulama ve araştırmaya’ yönelik sözleri dahi Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklanmasında görüldüğü gibi suçlama gerekçesi olarak gösteriliyor. Katıldığı televizyon programında kimyasal silah kullanıldığı iddiasına ilişkin ortaya çıkan görüntüler karşısında “bunların bağımsız kurumlarca incelenmesi gerekir,” dediği için önce linç kampanyası başlatılan ve hedef gösterilen Fincancı, hakkında açılan soruşturmanın ardından tutuklanıyor.
- Bütün bunlar, Türkiye’de yaklaşan seçimler öncesi iktidarın baskı ve korku yaratma politikasını daha da artırarak sürdüreceğini gösteriyor.
Fincancı’nın tutuklandığı gün demans hastası olan Aysel Tuğluk’un serbest bırakılması ve hemen ardından TTB’nin kriminalize edilmesi ise iktidarın bir yanda baskı ve susturma politikasını sürdürürken, diğer yanda bunu gizlemeye ve toplumsal yanılsama yaratmaya yönelik ‘ince’ bir algı yönetimi çabasını ortaya koyuyor.
TTB Merkez Konseyi eski Başkanı Gençay Gürsoy, bu süreci ve Fincancı’nın tutuklanmasını “Bir bilim insanının yaptığı açıklamalar nasıl bir suç unsuru sayılabilir? Demokratik bir ülkede ve normal koşullarda kesinlikle suç unsuru sayılmaması lazım. Ama gerçekçi olalım Türkiye’de uzun zamandan beri iktidarın kendisinden yana olmayan herkesi, hele de bir Kürt ilişkisi varsa, Kürt Siyasi Hareketi ile ya da HDP ile bir ilişkisi varsa onları daha da öte suçlamalarla karşı karşıya bırakıyor,” sözleriyle değerlendiriyor.
Gençay Gürsoy ile Fincancı’nın tutuklanması ve TTB’nin hedef gösterilmesine yönelik, geçmişten bugüne ve yarına yönelik süreci konuştuk.
- Daha önce de Şebnem Korur Fincancı hakkında, sizin ve birçok aydının yer aldığı davalar açılmış ve cezalar verilmişti. TTB Başkanı seçildikten sonra Fincancı artan bir ivme ile hedef mi gösterildi?
Şebnem ile beraber Barış Akademisyenleri davasında birçok arkadaşımızla birlikte yargılandık. O dönem en yüksek cezayı da Şebnem aldı. Ama gazeteden dolayı devam eden mahkemesi sürüyor. Bu son olay Şebnem’i siyasal linçe kadar götürdü ve direkt hedef gösterildi.
- Bir bilim insanının iddia ve görüntüler hakkında “bunun bağımsız kuruluşlar tarafından araştırılması gerekir,” demesi nasıl bir suç unsuru sayılabilir?
Demokratik bir ülkede ve normal koşullarda kesinlikle suç unsuru sayılmaması lazım. Ama gerçekçi olalım, Türkiye’de uzun zamandan beri iktidar kendisinden yana olmayan herkesi, hele de bir Kürt ilişkisi varsa, Kürt Siyasi Hareketi ile ya da HDP ile bir ilişkisi varsa daha da öte suçlamalarla karşı karşıya bırakıyor.
- Bu iktidarın TTB’yi etkisizleştirmeye yönelik, fırsat olarak değerlendirdiği bir süreç mi sizce?
Şebnem, iktidar tarafından, -MHP’nin etkisiyle gibi görünse de AKP ve MHP arasında ideolojik olarak fark kalmadı- vatandaşlıktan çıkarılma, vatansız hale dönüştürme çığlıklarıyla hedef gösterilirken, bütünüyle TTB de hedef gösterilmeye başlandı.
- Yaşananları Şebnem Korur Fincancı ile değerlendirme şansınız oldu mu?
Şebnem ile henüz yüz yüze görüşme imkânımız olmadı ama avukatları aracılığıyla bize ulaşan bilgiler var. Şebnem, TTB Başkanı olarak değil, Adli Tıp hocası olarak uluslararası bir toplantıya katılmak üzere Avrupa’ya, Köln’e gidiyor. Köln’de TV kanalı Medyahaber ile Skype bağlantısı kuruyor. Ona birtakım videolar gösteriliyor. Daha önce Şebnem’e ulaşmış olan uluslararası kuruluşların zehirli gaz kullanılması ile ilgili bilimsel raporları var mı, yok mu, bilmiyoruz. Ama anladığım kadarıyla Şebnem bu videolara bakarak bir olasılıktan ve ortalıkta dolaşan ithamlardan söz etmiş. Doğrudan doğruya T.C.’nin Silahlı Kuvvetleri’ni hedef alan “kullanmıştır” diye ifade yok. Ama sanırım şöyle bir talihsizlik olmuş; televizyon bu konuyu işleyen bir programın bir bölümüne Şebnem’in konuşmasını da monte etmiş. Suçlamalar, öndeki ve sondaki farklı konuşmalarla birleşen yanlış bir algıdan ortaya çıkıyor. Normal ve tarafsız bir yargının, bütün bunları göz önünde tutarak, Şebnem’in sadece bilimsel kimliğiyle değerlendirme yaparak, bir “olasılıktan” bahsettiğini, bunun da uluslararası bağımsız kuruluşlar tarafından incelenip araştırılması gerektiğini ifade ettiğini değerlendirmesi gerekir. Bu cümlelerin suç olmaması lazım.
Şimdi bütün çabamız bunları ayıklamak, Şebnem’in kendi ifadelerinin suç unsuru olmadığını kanıtlamak.
- Kimyasal silah kullanımı uluslararası devletler hukukunda BM Minnesota Protokolü çerçevesinde suç teşkil ediyor. Şebnem Korur Fincancı da BM Minnesota Protokolü çerçevesinde bunun bağımsız kuruluşlar tarafından araştırılması gerektiğini ifade ediyor. Bu söylem neden iktidarı rahatsız etmiş olabilir?
Türkiye’de normal koşullarda hiçbir iktidarın rahatsız olmaması gereken birçok şeyden bu iktidar rahatsız oluyor. Hatırlayın: pandemi zamanında TTB doğrudan doğruya hekimlere dayanarak “hasta sayıları gerçekte şudur,” diyerek, gerçek bilgileri verdiği zaman, bu rakamlar kendi açıkladıklarıyla uyuşmadığı için suçlamaya başladılar. O dönemde de MHP “TTB kapatılmalıdır,” diye açıklamalar yaptı. Bir kuralı yok; Zülfiyâre dokunan herkes suçlu, ya terör örgütü mensubu, eğer o olmuyorsa terör örgütünün propagandasını yapan, o da olmuyorsa propagandaya sebep olan kişi ya da kuruluş suçlamalarıyla karşı karşıya kalınıyor.
- Bu süreç topluma ve sözünü söyleyene karşı baskıyı daha da mı tırmandırıyor? Sindirme politikası daha mı keskinleştiriyor? Kurumların, bireylerin yaptığı objektif açıklamalar eğer iktidarı memnun etmiyorsa, süreç tutuklamalara doğru gidiyor. Siz bir toplumsal fotoğraf çekin desek ne görüyorsunuz?
Çok endişe verici. Üstelik de dünyada benzer yapıdaki iktidarların örnekleri de var. Rusya, Putin iktidarı, Macaristan, Polonya, şu anda seçim sonuçlarına rağmen iktidarı devretmeyeceği konusunda duyumlar aldığımız Brezilya. Bu bir dönem ve çağ olarak despotik ve anti-demokratik yönetimlerin giderek hayat hakkı elde ettiği bir döneme doğru evriliyoruz. Bunun henüz küresel açıklaması yapılabilmiş değil. Bir taraftan Latin Amerika’da sola doğru birtakım eğilimler gelişirken diğer taraftan Avrupa demokrasisinin uzun yıllar boyu dünyaya örnek gösterilen yapıları değişmeye başladı. Avrupa’da göçmen meselesinden dolayı ayrımcı anlayış giderek hâkim olmaya başladı. En demokratik ülkeler İngiltere, Fransa, İtalya’da bile göçmen düşmanı yapılar artmaya başladı. Türkiye’nin de siyasetini bunun üzerine yapılandırmış olması vahim bir geleceğin işareti…
- Dünyada otokrasinin geliştiği sağın daha da keskinleştiği bir evreye doğru gidiyoruz ama diğer tarafta kitle hareketleri de daha mı görünür oluyor?
Tabii ki demokratik kitle hareketleri tepki olarak gelişmeye başlıyor, olabildiği kadar.
- Türkiye’de bu gelişimi ve toplumsal hareketi neden yeteri kadar göremiyoruz?
Maalesef Türkiye’de henüz toplumsal muhalefetin o cesareti göstermediğinin hüznünü yaşıyoruz.
- Buradaki eksiklik nerede?
Türkiye’de demokrasi, onun mücadelesi verilerek adım adım kazanılmış bir şey değil.
Türkiye’de demokrasi halkın verdiği mücadele ile kazandığı bir aşama değil. Zaten yaşanan demokrasi de hiçbir zaman gerçek anlamda bir demokrasi olmadı. Gerçek anlamda özgürlükler bu halka, hele hele Kürt halkına ve farklı kimliklere hiçbir zaman tanınmadı. Dil meselesinde baskılar yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Azınlıklara karşı baskılar yaşandı. Şimdi de göçmen meselesinden dolayı gençler arasında bir kimlik buhranıyla yabancı düşmanlığı gelişmeye başladı. Türkiye’de kitlesel tepki gösterme geleneği de tam olarak gelişmedi. Geçmişe gidelim; Gezi hareketi hepimizin övünerek hatırladığı bir dönem ama sonuçları malum. Hem kitlesel olarak susturuldu hem de demokrasiden ve insan haklarından yana birçok insan tutuklu ve haklarında davalar var. Bu tabii uluslararası insan hakları örgütlerinin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin aklının alabileceği bir durum değil. Türkiye bu alanda bütün anti-demokratik rekorları geçmiş durumda.
- Özgür basın ve Kürt gazeteciler şiddetin ve tutuklamaların merkezinde yer alıyor. En güçlü mücadele ve direnişi de yine onlar yapmaya çalışıyor. Ama neden yeteri kadar ortaklaşmıyor? Yan yana gelişler olamıyor?
İnsanların cesaret eşiği çok değişik. Kaybedecek bir şeyi olmayan, uzun zamandır zulme, baskıya uğrayan, hedef olan kitleler bir süre sonra hareketsiz hale geliyor. Bu toplumsal bir gerçek. Az çok başarılmış birtakım aşamalara ulaşan kitleler cesaretlenebiliyorlar. Son dönemlerde yeşil hareketi, çevre hareketi direnmelerini görüyoruz. Bu hepimize umut ve cesaret veriyor. Trabzon’un köyünde okuma-yazması olmayan kadınlar bunlara sahip çıkıyor. Türkiye’de kadın kitlesel hareketleri çok güçlü, bu umut verici. Gençlerin, kadınların, Kürt annelerinin yaptıkları mücadele bir ülkenin yüz akı anlamına gelir. Ümit ediyorum ki gelecekte seçim yaklaştıkça, demokratik düzene geçme olasılığı gerçeklik kazanmaya başladıkça bu toplumsal hareketler daha da artacak diye umuyorum.
- Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklaması ve Aysel Tuğluk’un aynı gün serbest bırakılması bir rastlantı mı sizce?
Tuhaf bir rastlantı. Serbest bırakılması için çaba gösteren grubun içinde ben de varım. Demans hastası olan Aysel Tuğluk’u cezaevinde tutmanın yanlışlığı çok başından itibaren belliydi. Buna ait Kocaeli Tıp Fakültesi’nin verdiği olumlu rapor Adli Tıp Kurumu tarafından kabul edilmedi. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Bölümü’nün verdiği mütalaalar dikkate alınmadı. Ta ki Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklandığı güne kadar… Bir anda ATK bu sefer cezaevinde kalamaz raporu verdi. Bu rastlantıdan anlam çıkarılabilir ama böyle de olmayabilir. ATK’de bu kararı verenler aynı hekimlerse, geçmişte bir insana yaptıkları eziyetin vicdan azabıyla gerçeği yansıtan ikinci raporu vermiş olmaları ihtimali de “iyi bir ihtimal olarak” aklımıza geliyor. Ancak “O da mı baskıyla, o da mı emirle oldu acaba?” kuşkusunu da taşıyoruz.
- Aysel Tuğluk serbest bırakıldı ama sağlığını önemli oranda kaybetti. Hastalığı ciddi boyutlara ulaştı ve tedavide çok geç kalındı. Bundan sonra tıbbi olarak tedavi ve iyileşme olanağı nedir?
Biz iyi bir ekiple durumu inceleyeceğiz ve arkadaşlar tüm tedavileri gerçekleştirecekler. Ama genel olarak demanslarda belli bir aşamadan sonra yapılacak çok fazla bir şey maalesef kalmıyor.
- Savaş politikalarının olduğu, şiddetin daha da tırmandığı dönemlerde Barış Bildirisi’ne imza attınız. “Savaş değil şimdi barış” diyerek kamuoyunda barışı ve demokrasiyi savundunuz. Gözaltına alınıp, hakkınızda dava açıldı. O dönemde de sizi hedef gösterenler oldu mu?
Sadece ben değil, TTB ve meslek odalarının tamamı o zamanlar barıştan, demokrasiden, insan haklarından yana bir tutumu benimsemiş olan kadroların elindeydi. Bugün hala meslek odaları içinde büyük çoğunluk bu çizgiyi devam ettiriyor. Bu çizgi devam ettikçe de iktidarla sürekli bir gerilim hali yaşandı. İktidar tarafından bu kuruluşlarla uzlaşmaya çalışıldı, olmadı, iktidarın arka bahçesi haline getirilmeye çalışıldı, bu da olmayınca yasa değişikliklerine gidildi. Malum, barolara ikili baro sistemi getirildi. Bizim de yasamız değiştirilmeye çalışıldı.
İktidar bütün kurumları ele geçirmeye çalışırken; müdahale edemediği, kendi etkisine alıp arka bahçesi haline dönüştüremediği kurumlara baskı yolunu seçti. TTB’de, son oda seçimlerinde Şebnem Korur Fincancı’nın seçilmesinden sonra iktidarın baskıları çok daha keskinleşti.
- TTB bu süreçle birlikte kriminalize edilmeye mi çalışılıyor?
Tabii bütün bunlar bahane edilerek TTB’nin başından beri etkinliğini azaltmak, kamuoyunda itibarsızlaştırmak için çabalar gösteriliyor. Sosyal medyada suçlama kampanyası sürüyor ama TTB Anayasal güvence altında meslek kuruluşudur. 6023 sayılı kanun ile kurulmuştur. Kayyum atanmasına da yasal olarak imkân yok.
- Peki, TTB hedef gösterilmesine ve şu an yaratılan algıya nasıl karşılık verecek?
TTB Merkez Konseyi ve eski Tabip Odası başkanları, oda yöneticileri ile yaptığımız toplantılarda bu baskılara göğüs gerileceği ve TTB’nin sonuna kadar savunulacağı konusunda bir kararlılık elde edildi. Kamuoyuna da çeşitli vesilelerle yansıtıldı. TTB’yi kolay kolay susturamazlar. Türkiye’de çok geniş hekim kesimi, örgütlerine karşı bu tavrı kolay kolay hazmedemezler. Çünkü Şebnem Korur Fincancı’nın suçlandığı mesele ile TTB’nin örgüt olarak hiçbir ilgisi yok. TTB yapısı olarak böyle bir meselenin muhatabı olamaz. İkisini birleştirmenin kötü niyet taşıdığı çok belli. Üstelik TTB yalnız da değil, diğer meslek odaları da destekliyor ve bu destekler de devam edecek. TTB’nin kolay yutulacak lokma olmadığını, kolay susturulamayacağını da bu iktidarın bilmesi lazım. Bu kararlılık örgütte ve hekim kitlesinde vardır. Adım adım neler olacağını görelim ona göre de tavırlar alınacaktır.
- Nasıl bir tavırdan söz ediyorsunuz?
İş sadece basın açıklamasından ibaret kalmaz, demokratik direnişin çeşitli yolları var. Örgüt eğer elimizden alınmaya, kapatılmaya ve susturulma aşamasına gelirse, hekim kitlesi nasıl davranılacağını, buna karşı nasıl mücadele edileceğini geçmiş örnekleri de dikkate alarak karar verecektir. Bu konuda hiç ümitsiz değilim çünkü örgüt çok deneyim sahibi olmuştur. 70 yıllık geçmişe sahiptir, hekim kitlesi de kolay kolay bu iktidarın dümen suyunda gidebilecek bir yapıda değildir. Bu tehditlere de pabuç bırakmaz, diye düşünüyorum.
- Gençay Gürsoy’un derdi nedir?
Valla ben 80 yaşını geçtim. 60 yıllık bir geçmişi yaşadım. Maalesef Türkiye’de çok ümit verici bir geçmiş yaşamadık. Benim kuşağım ve ondan sonra gelen kuşaklar, Türkiye’nin daha çağdaş, daha demokratik, daha barışçı bir ülke olabileceği konusunda zaman zaman yükselen ümitlere sahip olduk, 60’lı yıllar ve ortalarında… 65’te ben Türkiye İşçi Partisi üyesiydim. Kürt meselesi ilk defa o dönemde ortaya atılmış, savunulmuş sosyal problemdi. O zamanlar bunu çözmek çok daha kolaydı. Bunlar yapılmadı. Türkiye İşçi Partisi kapatıldı. Ama buna rağmen Meclis’e girildi 15 milletvekili ile Türkiye’de demokrasinin yaşabileceği konusunda bir ümit aşılandı. Ama sonra 71-80 darbesi… Arkasından Kürt meselesinde çözüme gitme ihtimallerinin yükseldiği Çözüm Süreci ve yine bir ümit aşaması. Ancak tutulan yol stratejik olarak doğru bir yol değildi!
- Ne olmalıydı?
Parlamentoyu daha çok işin içine katarak, kitlesel barış talebini yükselten iklimi yaratıp, onun üzerine oturtmak çok daha doğru olurdu. Ama yine de bir ümitti. Birkaç yıl çatışmasız dönem yaşandı. Çok kullanılmış bir deyim ama “anaların ağlamadığı” yıllar yaşadık. “İçimizi yakan geçmişin izleriyle, yine de zaman zaman ümitlenip, Türkiye’nin daha demokratik, daha barışçı, bu meselelerin çözüldüğü bir dönemini görecek miyim?” duygusuna sahip bir kuşağın mensubu olarak şimdi önümüzdeki seçimleri bekliyorum.
Türkiye’de başta kadınlar olmak üzere gençlerin, geçmişteki kitlesel hareketlerin verdiği cesaretin, TTB gibi meslek odalarının da çabasıyla bu mücadele başarıyla sonuçlanır ve bu iktidar gider.
Hem HDP’nin çok önemli olan demokrasinin anahtarı rolünü kazanmış olması; hem de Türkiye’de artık bu iktidarın hiçbir yasayı tanımayan, kendi yaptığı anayasayı çiğneyen tavrına karşı yükselen bir kamuoyu oluşması ümit veren gerçeklikler. Bu ülke kolay kolay bu iktidarı daha fazla hazmedemeyecektir, diye düşünüyorum. Önümüzdeki dönemi daha ferah görebileceğimiz ümidini taşıyorum. Bundan başka çözüm yolu göremiyorum.