Şiddet bir iktidar dilidir. Sınır ve kural tanımaz, hiçbir iktidar şiddete sınırsız bir şekilde başvurmaktan çekinmez. İran’da özgürlük için sokaklara dökülen milyonlarca insana yönelik kullanılan şiddet ile Suriye rejiminin kendi halkına karşı kullandığı sınırsız şiddetin, Türkiye’de yıllardır Kürtlere ve Gezi Direnişi’ne karşı başvurduğu şiddetten hiçbir farkı yok. Öyle medeniyet falan da kâr etmiyor iktidar söz konusu olunca. Bir bakıyorsunuz Hollanda’nın atlı süvarileri İran’ın kolluk güçlerinden daha beter hale gelebiliyor.
Halka karşı şiddete başvuranların gerekçeleri de hep aynı. Özgürlük isteyenlerin sesini kesmek, bastırmak ve özgürlük isteğinin önüne geçmek bu sayede tek bir düşünce, inanış ya da yaşam biçimini egemen kılmak. Jîna Emînî’nin katledilmesiyle başlayan gösterilere karşı İran’da son iki ayda uygulanan devlet şiddetinde şimdiye kadar 45’i çocuk olmak üzere 284 sivil öldü, 14 bin kişi tutuklandı. Suriye’de hayatını kaybedenlerin sayısı bir milyon civarında, milyonlarca mülteci, yıkılan bir ülke, batan ekonomi de cabası. Türkiye’de de durum malum. Kürt sorunundan kaynaklı 40 yıldır kesintisiz bir şiddet uygulanıyor. Zaman zaman tırmandırılan şiddet Suriye ya da İran’da yaşananlardan daha beter. 40 bin köy yakıldı, yaklaşık 20 bin insan faili meçhul cinayetlerle katledildi, sadece çatışmalarda hayatını kaybedenlerin sayısı 50 binden fazla. Nasıl ki İran “dış güçler, sabotaj, milli güvenlik” gibi kavramlarla halkın özgürlük talebini örtemiyorsa, nasıl ki Suriye “terör” diyerek toplumun değişim isteğini ortadan kaldıramadıysa, Türkiye’de yaşananlar da öyle “terör” diyerek geçiştirilemez. 100 yıllık bir sorundan, o sorunun inkarından, o sorunu dile getirenlere karşı uygulanan kesintisiz şiddetten bahsediyoruz. Çok değil, 7-8 yıl önce Türkiye’de bütün bu konular tartışıldı, şiddetin bir çözüm yöntemi olmayacağına toplumun neredeyse yüzde 80’i kanaat getirdi.
Tabii ki şiddetin sona erecek olması birilerini rahatsız etti, savaştan beslenenlerin işine gelmedi. Çünkü her ülkede devlet şiddetinden nemalanan kesimler var, savaş ve şiddet kendi baronlarını oluşturur. İnanılmaz ve asla kontrol edilmeyen devasa bir savaş ekonomisi ve bu ekonomiden faydalanan kesimler peydahlanır. Bunu sadece bizim gibi resmi ezberlerin dışına çıkan muhalifler söylemiyor, bir zamanlar “muhaliflerin kanında banyo yapmaya” ant içecek kadar ileri giden ve mevcut çıkar çarkının bir parçası olan Sedat Peker’in iddiaları ve bu iddiaları ortaya attıktan sonra susturulma girişimleri ortada. Birilerinin bekası, çıkarı ve varlıkları bu çarkın devam etmesinden geçiyor.
Şimdi aynı şiddet aklı yeniden palazlanıyor, her gün operasyon üzerine operasyon yapılıyor. Şiddetle toplumun taleplerinin bastırılmayacağını, sorunların çözülmeyeceğini en çok şiddeti kutsayanlar biliyor. Bu şiddet nasıl ki yüzyıldır Kürt sorununu ortadan kaldıramadıysa bugün de ortadan kaldıramayacak. O halde şiddetle amaçlanan şey sadece “Kürtlerin sesini” bastırmak değildir. Bu şiddetin hedefinde elbette öncelikli olarak Kürtler var fakat bu şiddetin asla Kürtlerle sınırlı kalmayacağını yakın tarihten de geçmiş dönemden de çok iyi biliyoruz. O yüzden bu şiddet dalgasının Türkiye açısından iki önemli sonucu olacak. Birincisi tırmandırılan şiddetin iktidar içi dengelerle ilişkisi asla yadsınamaz. Bunun için çok çarpıcı örnekler var. Cemaat geçmişte nasıl ki Kürtlere yönelik başlattığı operasyonlarla devlet içinde palazlandıysa bugün de operasyonlara öncülük edenler devlet ve iktidar içerisinde palazlanıyor. Sistem şiddet ve baskı üzerine kurulduğu için şiddet enstrümanlarını elinde bulunduran klik her zaman daha güçlü hale gelir. MHP’nin, İçişleri Bakanlığı’nın bu konudaki pozisyonu biliniyor. O yüzden operasyonlara öncülük eden kesimlere ve siyasi ajandalarına bakmak gelecekte nelerin yaşanabileceğini öngörmek için yeterli olur. Bu tespitlerden, “Saldırılar Saray’a ve Erdoğan’a rağmen yapılıyor” sonucu çıkarılmasın. Aksine bütün bu saldırılarda Erdoğan’ın onayı var. Dün Cemaat’in Kürtlere ve muhaliflere yönelik saldırılarında da Erdoğan’ın onayı vardı fakat bunlar ortak planlanmış olsa bile operasyoncu güç palazlandıkça ortağı açısından da kontrol edemez boyuta geleceğini Cemaat örneğinden biliyoruz.
İkinci önemli sonuç toplumun bir kesimine yönelik şiddet bu kadar egemen hale gelince muhalefetin başka herhangi bir konuda söz üretmesi bile imkânsız hale gelir. Kılıçdaroğlu’nun “uyuşturucu, kara para” trafiğine dikkat çektiği eleştirilerinin karşısına “devlet, millet, beka, vatan, ulusal çıkar” argümanları dikilir. O zaman da “bütün bu şiddete, tezkerelere” destek vermenize, Kürtler söz konusu olunca iktidarın arkasında hizalanmanıza bakmazlar, “Devletimize iftira atılıyor” denilerek Şebnem Korur Fincancı’nın başına ne geldiyse sizin başınıza da o gelir.